20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Osmanlı insan kazanmak için savaştı

ZEYNEP TÜRKOĞLU24 Haziran 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Osmanlı insan kazanmak için savaştı

Okurunu, fark ettirmeden, hatta bir şekilde tuzağa çekerek içine alan bir havası var romanın…

Teşekkür ederim. Öyle söylüyorlar. Tabii biraz uğraştık. Metinle de alakalı. Beni aşan bir şey var. Anlattığımla alakalı. Ve bunun güzel olmasını istedim. Okunur bir hikâye olmasını arzu ettim. Beni aşan şey dediğim de bu. İstanbul’un güzel bir hikâyesi olması lazımdı. Çok yardım istemiştim Cenab-ı Allah’tan hakikaten. Sanırım lütuf oldu. 

Hem edebiyatta romanın ihtiyaç duyduğu kurguyu yapacak, metni zenginleştirip renklendireceksiniz hem de bir taraftan okurun gerçeğe uygunluk beklentisini karşılayacaksınız. Nasıl aşılır tarihi romanlarda bu zorluk? 

Vallahi haklısınız ne diyeyim. Beni yazım sürecinde en çok yoran, metnin ve onu dayandırdığım kaynağın çokluğu oldu. Kaynağa ulaşmak da çok zor aslında. 

Böyle bir kitap yazmak için kaç kitabın kaynaklığına başvurdunuz?

Yedi yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Bazen çok küçücük bir şeyi bulmak için öyle ilgisiz görünen kitapları karıştırıyorsunuz ki. O dönemin ruhunu yakalayabilmek, insanlarına yaklaşabilmek için. 

Hem dini hem tarihi hem de edebi eserlerden yararlanırken nasıl bir denge kurdunuz?

Resulullah Efendimiz’den dönemin imparatoru Heraklius’a davet gelmesi bir hakikat. Fakat mesela şöyle bir şey var. Rumi’ye diye bir tanım. O dönemde Arap kaynaklarında (Arap kaynaklarını da kullandım tabii bu mektup hususunda) geçiyor. Roma’ya tekabül ediyor. Yani Roma İmparatorluğu’nun her yanına tekabül eden bir ifade. Bilhassa Konstantinopolis, şimdiki Roma ve Şam… Fakat Doğu Roma İmparatorluğu’nun taht merkezi burası ve varlığını kesin olarak bildiğimiz davet mektubunun da muhatapları buradaydı. Olsa olsa burasıdır.  

O sırada önceliğiniz hangisi?

Elbette ki edebiyat. Hakikat beni çok heyecanlandırıyor. Bir gerçeklikten yola çıkmak zaten insana anlatma hissiyatını veriyor. Ama ona estetik kazandırıp edebi metne dönüştürerek yapmak, hikâyeye dönüştürerek anlatmak önemli benim için. Bana çok dokunaklı gelmiştir, Mekke dağlarının arasından, Medine’den Peygamber Efendimiz’in mesajını bütün dünyaya iletmek için yola çıkılması. Heraklius, Efendimiz’den gelen mektubun karşılığı olarak incilerle bezenmiş imparatorlara has bir kıyafet gönderiyor. Sahabe efendilerimizin aralarında “Ya Reasulallah, cennetten mi inmiş bu?” diye konuştukları anlatılıyor. Arap kaynaklarında böyle bilgiler var. Geri gelen elçiler gördükleri kırmızı sarayları mor mermerli şaşaalı yapıları, mor döşemelikleri anlatıyor. Bütün bunlar bana İstanbul’a gelinmiş olduğunu söylüyor.

İstanbul’u konuşturarak yazmışsınız hikâyeyi ve ilginç, toprağın hareketli, canlı bir varlık olduğunu özellikle başlarında hissediyor insan. 

Sanıyorum şöyle ki ben bundan çok memnunum; Müslüman tasavvuruyla yazılmış bir metin bu. 

Müslüman tasavvuruyla yazmak?

Müslümanca bir düşünüş şeklinden doğan bir üslup. Bundan kaynaklanıyor. Mesela daha dün Ayet-i Kerime’de rastladım, çok severim; “Şehirlerin anası Mekke”. Cenab-ı Hakk böyle bir şey söylüyor. Yani bu anne diye hitap edilen, hatta dişi olarak tasvir edilen bir şey. Zaten İslam düşüncesinde şöyle bir şey vardır. Her şey canlıdır. Biz Kur’an-ı Kerim’i dağlara teklif ettik de, emaneti kabul etmedi, denilmiş. Bakın, dağlara “emanet” teklif ediliyor. Demek ki Cenab-ı Hakk’ın muhataplığına mazhardır arz. Bazı taşlar onunla parçalanır, insanın kalbi bazen taştan da katı ya da kuvvetli olur. Buradan hareketle baktığınız zaman, cansız veya hareketsiz gördüklerinizin de ruhunu anlarsınız. 

Romanda İstanbul öncesi Konstantinopolis’i de gösteriyorsunuz. Oradan bakışı, o insanları nasıl hayal ettiniz. Kaybedenleri de gördünüz mü, anladınız mı? 

Anladım. Yine galiba İstanbul’u anlamakla, sevmekle alakalı. Bu insanlar bu şehri seviyorlardı. Son kaleleriydi. Belki bugün bizim sevdiğimizden de iyi seviyor ve anlıyorlardı. Edebiyatın da kapısı bu; anlamak, hissetmek… Ama uzun çalışma süreci de buna yardım etti.  

Neler geçti elinizden?

Zaten herkesin az çok bildiği Steven Runciman var, Babinger var –ki çok büyük düşmanlığı var- ama o kaynaklar arasında gezinirken satır aralarını okumayı öğrendim. İnsanların düşmanlarına bakışlarını öğrendim. Mesela İmparator Konstantin’in naibi olan bir adam var. İlerleyen yıllarda keşiş oluyor ve bir kitap yazıyor. Satır aralarında adam doğruları da söylüyor. Savaş var. Cepheler var. Bunları normal görüyorlar hayatın akışı içinde. Kazanmak- kaybetmek, yenmek-yenilmek normal. O noktadan sonra yapılanlara bakıyor. Tabii bu yine İslam hukukundan kaynaklanan bir şey. Esire nasıl davranıldığı, devralınan yönetimi nasıl yürüttüğü… Allah’ın yarattıklarına nasıl davranacaksınız? Hunharca, hoyratça mı? Yoksa hakkını koruyarak mı? Mesela Osmanlı esirlerini on yıldan fazla elinde tutmazmış.  

Fetih, Fatih, Kader…

İkinci Mehmet, bu şehri İstanbul, bu şehir de onu Fatih yaptı. Etrafındaki maiyet nitelikli bir birleşmiş milletler gibi. Fatih’in maiyetinin bir kısmı kimi rehin kimi sığınmış prenslerden oluşuyor. Onlarla ava gitmesi, satranç oynaması günlük hayatın bir parçası. Öyle olunca o kadar dil bilmesi de hiç şaşılacak bir şey değil. Game Of Thrones diye meşhur bir dizi var. Bir savaş romanı yazdığım için onu da izledim. George Martin o kadar aşırmış ki bizim kaynaklardan. Tamamen Osmanlı’daki bilgiye önem veren danışma kurullarını resmetmişler. Tarihteki gerçek anlamıyla uygulaması Osmanlı’da bunun. Fetih sırasında Fatih’e esir düşmüş, paralı asker diyebileceğimiz biri var. Anlaşma yapılıyor ve Ege adalarından birinde yeniçeri olarak görevlendiriliyor. Venedikliler adayı alınca tekrar eski safına dönüyor. Avrupalı prenslere onları nasıl yeneceğimizi biliyorum, diyerek verdiği raporda “Sizler mal toplamak için savaşıyorsunuz, ama onlar insan kazanmak için savaşıyor. Yeni bir dünya kuruyorlar ve insan lazım”. Bu farkı ve fethin anlamını ortaya koyan şeylerden biri bu yüzden budur bence. Ve bu adamın ifade ettiği şey de aslında İslam hukukuna, Peygamber Efendimiz’in savaş ve barış anlayışına ve anlaşmalarına dayanıyor. Bu kadar büyümenin, coğrafyayı dönüştürmenin zorla olacak bir tarafı yok.

Kadın-erkek ayrımı yoktu

Kitabı yazarken keşfettiğiniz bir bakış ya da konu oldu mu?

Fatih’in büyük oğlu Şehzade Mustafa’nın vefat konuşmasını 14 yaşındaki kızı Nergis Şah yapıyor. Erkeklerin karşısına çıkıp hitap ediyor. Ölen şehzadenin maiyetinde üst düzey yönetici konumunda pek çok erkek var. Ama meclislerde şiirleri de okunan, iyi yetiştirilmekte olan bu genç kız yapıyor konuşmayı. Yani bizim zannettiğimiz gibi bir kadın erkek ayrımı yok. Üstünlük yetenek ve çalışmayla gelen bir şey. 

YARALARIMI İSTANBUL'LA İYİLEŞTİRİYORUM

İstanbul’la edebiyat üzerinden alıverişiniz nedir? Ne alır ne verirsiniz birbirinize?

İstanbul’un bir ruhu var ve hiç kaybolmuyor. Coğrafi, stratejik özelliklerinden farklı bir şey bu. Belki ilahi tecelli almış bir mekân. Sadece bugüne kadar üzerinde yaşananlar değil belki bundan sonra olacaklar için de önemli bir mekân burası. Bir ara şöyle düşünüyordum. Ben bütün hikâyelerimi İstanbul’a anlatmak için yazıyorum. Bu denli bir aşk var aramızda. Bir de şöyle bir şey var, bazen bir sabah uyanırsınız ki içinizden bir şey göçmüş. Uzaya tek başınıza fırlatılmış veya dünyada her şey bitmiş, herkes gitmiş de siz kalmışsınız gibi olur. Bütün yaralarınız acıyarak uyanırsınız. O durumda kendimi sürükleyerek evden atıyorum. Ve o yaraları İstanbul’la iyileştirerek, bütünlenerek, eve dönüyorum. Aramızdaki ilişki bu.