25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Zamanın ruhunu kim okursa gelecek de onundur!

Dünya tarihinin en zorlu sürecinde. Türkiye ise kendi kaderiyle ilgili dönemecin arefesinde! Zamanda derinlik, zeminde yaygınlık gözeterek güncelin bir parçası olan olayları Prof. Dr. Sadettin Ökten ile konuştuk.

ZEYNEP TÜRKOĞLU9 Nisan 2017 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Zamanın ruhunu kim okursa gelecek de onundur!

İnsanlık tarihi  gözden geçirilse, dünyanın hangi dönemi ile benzerlik kurmak mümkün olur bilemiyorum. Ancak eğer insanın küçük ölçekli, sınırlı hayatı içinde kendi biricikliğini ispat çabası içine düşmediysek, gerçekten dışarıdan görünen savaş, terör, kıyım, daha derinlerde hissedilen anlam ve değerler krizi ile zor bir virajdan geçtiğimiz ortada.

Kapitalizmden şikayet ediyor, nimetinden vazgeçemiyoruz. Dünyadaki ekonomik dengesizliğe ancak sempozyumlarla değiniyor, sonra olaysız dağılıyoruz. Savaşlar olmasın diyor, fakat engelleyemiyor, mağdurlarına el uzatamıyoruz. Üstelik “vekâlet savaşı” diye estetik ifadelerle -belki farkına bile varmaksızın- terörü bile normalleştiriyor, bir yerden sonra kayıtsızlığa geçiyoruz. Bütün bu adaletsizlikler için “Bir dakika!” diye çıkışıp, bakışların çevrildiği bir kürsüden “Dünya beşten büyüktür!” diye haykıracak olursanız... Kurulu düzen sahiplerini de önce şaşkınlık, ardından da bir öfke esir alıyor.

 Hem dünyanın bir parçası hem de müstakil, bağımsız emelleri ve gelecek planları olan Türkiye’nin son bir yılına gelince...

   15 Temmuz’da darbe-işgal girişimine maruz kalan Türkiye, batılı müttefiklerinden pek tabii meşru hükümetin ve seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın yanında yer almasını, darbecileri kınamasını ve suçluların ortaya çıkarılıp yargılanmasında destek olunmasını bekliyordu. O geceden başlayarak, beklenen desteğin gelmediği görüldü. İlk olarak devletin bunu göğüsleyip göğüsleyemeyeceği gözlendi. Hükümetler bunu sessizce yaparken, bazı basın ve entelektüel çevre mensupları, açıktan büyük bir heyecanla sonucu bekledi. Yetkililer aylar sonra Türkiye’ye yaptıkları ziyaretlerde, şaşkınlık içinde “İnternet oyunu sandık!” bile dediler. Oysa iletişimin neredeyse sınırsız olduğu küreselleşme çağında kimin, eli silahlı darbeci terörist, kimin, vatanını canıyla savunan demokrat olduğu gayet açıktı. Temel değerlerinden olduğunu iddia ettikleri demokrasiyi ya bilmiyorlardı veya Türkiye’yi buna layık görmüyorlardı. Türkiye’nin Batılı müttefikleri son dönemde kendilerine duyulan ciddi güvensizliğin sebeplerini en başta burada aramalılar. Ancak buna hiç de istekli görünmüyorlar.

ÇİFTE STANDARTIN ARDINDA NE VAR

Bugünlerde Türkiye kendi kaderiyle ilgili dönemecin arefesinde, önemli bir karar vermeye hazırlanıyor. Yönetim sistemi değişikliği halk oylamasına sunuluyor. Yeni sistemin taraftarları ve karşıt görüşte olanları tezlerini ortaya koyuyor. Demokratik süreç işliyor. Ancak esasında Türkiye halkını ilgilendiren sürecin Batı’da da yansımaları var. Cumhurbaşkanlığı sistemini savunan “Evet” tarafı dışlanıyor, meşru propaganda hakkı engelleniyor, bakanların uçuş izinleri iptal ediliyor, Türkiye elçiliklerine girişlerine izin verilmiyor. Öte yandan aynı ülkeler “Hayır” cephesinden konuklarını ağırlıyor, destekliyor. Bu çifte standardın yüzlerine vurulmasındansa hayli rahatsız oluyorlar. Sahi, Türkiye’nin iç siyasi meselesi Batı’yı niye bu kadar ilgilendiriyor? Neden 15 Temmuz’da demokrasinin yanında duramazken, referandumda “Hayır” diyor?

Tek tek olayları düşününce serinkanlılığı korumak zor gelebilir. Yine de ciddiyeti, akl-ı selimi koruma çabası belki de, bütün bu çelişkilere rağmen, hatta bu çelişkilerin üstesinden gelebilmenin tek sağlam çıkış yoludur. Gerek Türkiye’nin gerekse dünyanın, tarihi akış içindeki yerini görebilmek için biraz daha açıktan bakmak faydalı olabilir. Zamanda derinlik, zeminde yaygınlık gözeterek doğrudan günceli değil, ama bu güncelin de bir parçası olduğunu düşündüğümüz, dünyanın içinden geçtiği krizi Prof. Dr. Sadettin Ökten ile konuştuk.

Dünyanın pek çok noktasında savaşlar, terör, gerilimler, insani krizler yaşanıyor. Fonda böyle bir dünya varken küreselleşme ve medeniyetler çatışması diye adlandırılan kavramsallaştırmalardan bahsediliyor uzun zamandır. Bu toz-duman medeniyetler çatışmasının bir sonucu mu? Bütün bu resmi ortaya çıkaran duruma nasıl geldik, ne yaşıyoruz?

Küreselleşme bir realite. Çok kısa ve öz ifade etmek istersek; iletişimin ve ulaşımın çok büyük bir ölçeğe erişmesinin ve çok büyük bir hız kazanmasının sonucudur. Yani herhangi bir yerde olan hadise, anında dünyanın her noktasına yayılıyor. Ve insanlar imkânları ölçüsünde, uzak diyarlara çok kısa zamanlarda gidebiliyor. Bu olgu aynı zamanda kapital akışını da kapsamaktadır. Paranın akışı finansı, ticareti, yatırımı ve sanayii eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde hızlandırmış ve geniş bir ölçeğe taşımıştır. Kısaca özetlediğimiz bu küreselleşme, kitleleri başka oluş ve olgularla, bunlara uyum sağlayamayacak kadar kısa zaman içerisine karşılaştırmış ve etkilemiştir. Küreselleşme öncesi kendi ortamında yaşayan ve yavaş bir değişimle karşılaşan kitleler küreselleşme süreci ile birlikte hızlı ve büyük bir değişim sürecine girmiştir. Bu süreci dengeleyemedikleri için de önce, ‘Ne oluyoruz?’, sonra ‘Bunlar kim?’ (bunlar; küreselleşmenin aktörleri) sonra da en önemli soruyu sormuştur; ben kimim? Küreselleşmenin ürünü gibi görünen “Ben kimim?” sorusu yavaş yaşanan süreçte bir örtü altındayken, küreselleşme ile birlikte can acıtıcı bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu olgu ile beraber, “...Ben, ben isem; küreselleşmenin aktörü de o ise, bu hızlı ve büyük değişimi ne hakla ve ne maksatla bana uyguluyor?” sorusu gündeme geliyor. Bu soru biraz yoğunlaşınca, ortaya çıkan gerilime küreselleşmenin aktörleri ‘medeniyet çatışması’ diyorlar. Hâlbuki her şey kitlenin kendini fark etmesi ve ben kimim sorusunu sorması ve bu sorunun cevabını bulabildiği kadarıyla da hayatına yansıtmasından ibaret.

Küreselleşmenin aktörleri diye tarif ettikleriniz kimler?

Ve bu aktörler ile karşısında yer alan kesim arasında nasıl bir çatışma yaşanıyor?

Küreselleşmenin aktörleri; yani büyük finansörler (para spekülatörleri). Küreselleşmenin kitleler üzerindeki etkisini ve bu etkilerin doğurduğu sarsıntıları, kapsayıcı bir kimliği ifade eden ‘medeniyet’ ve ciddi bir gerilimi gösteren ‘çatışma’ sözcükleri ile ifade ediyor.  Buna maruz kalan kitleler, aynı olguyu kendi kimliklerini fark etme ve gerçekleştirme süreci olarak görmektedirler. Bu düzende küreselleşmenin aktörleri sınırsız bir özgürlüğe ve hudutsuz bir eylem alanına sahip olmadıklarını anlayıncaya kadar ‘medeniyet çatışması’ ifadesi kullanılmaya devam edilecektir. Onların küresel aktörler olarak kendi kimliklerini deklare etmek ve gerçekleştirmek ne kadar hakları ise kitlelerin de kendi kimliklerini deklare etmek o kadar haklarıdır.

Prof. Dr. Sadettin Ökten kimdir?

Prof. Dr. Sadettin Ökten; 1942 yılında İstanbul’da doğdu. 2004 yılında kırk yıldır çalışmalarını yürüttüğü Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden emekli oldu. Yapı mühendisliği alanındaki eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetlerinin yanı sıra bilim tarihi ve felsefesi, kültür, medeniyet ve sanat alanlarında özel ilgi sahibidir. Prof. Dr. Sadettin Ökten bu konudaki çalışmalarını farklı üniversitelerde verdiği Bilim Tarihi, Yapı Teknolojisi Tarihi, Kent Kültürü ve Kent Estetiği dersleri ile değerlendirmiştir. Halen mesleki faaliyetlerinin yanı sıra kültür ve sanat alanındaki ilgilerini de sürdürmektedir.

İtiraz sesleri nereden yükseliyor

Küreselleşmenin odağı olarak Batı’yı kabul edersek, buna itiraz sesleri Doğu’dan geliyor demek mümkün mü?

Esas itibarıyla ses İslâm dünyasından geliyor, doğudan değil. Önce Japonya sonra Çin, kapitalist düzenin kendilerine sunduğu ve yüklediği vizyona istekli olarak katıldılar. Hindistan uzun yıllardır kendi içinde kapalı bir dünya. Oradaki gerilim de yine bu kapalı dünyada kendini ifade etmek isteyen ve kendi kalmak isteyen Müslümanların, bu haklarını elde etmek için gösterdikleri çabadan kaynaklanıyor. Şurası çok açıktır; İslâm medeniyet tasavvurunun bireysel ve toplumsal ölçekte uygulanmasını öngördüğü sistematik değerler, hükümler ve kurallar vardır. İslam medeniyetinin tarihi serüvenini yaşamış toplumlar modernitenin teknolojik savrulmaları ile özellikle 19’ncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın ilk yarısında ciddi sarsıntılar yaşadılar. Ancak 20’nci yüzyılın  ikinci yarısında bu sarsıntılar giderek duruldu. Modernitenin sunduğu imkanların çapı, etkisi ve cazibesi giderek daha mütevazı sınırlara indirgendi. Bu aşamadan sonra İslâm medeniyet tasavvurunun mensubu toplumlar, kendi kimliklerini oluşturan değerleri fark etmeye başladılar. 21’nci yüzyılın ilk çeyreğinde ise bu değerleri, bu döneme uygun biçimleri ile tekrar hayata geçirme çabası içine girdiler. Bu oluş, İslâm medeniyeti için yeni bir inşa dönemidir. Tıpkı Moğol istilasından ve Haçlı seferlerinden sonra yeni bir medeniyet hamlesine girişen İslâm toplumlarının yaptığı gibi bugün İslâm dünyası genel çizgileri ile kendine özgü ve özel yeni bir hayat tarzı inşa etmeye başlamıştır. Bu olgu önce modern Batı’yı şaşırttı. Böyle bir oluşa hiç ihtimal vermedi modern Batı. Sonra hayrete düştü, şüphe etti bu olgudan. Bugünlerde ise öfkeleniyor. Çünkü, sanayi devriminin teknolojik imkanları ile kontrolü altına aldığı dünya kendi iradesi ve ihtiyarı dışında elinden kayıp gidiyor. Ve bu kayışı ve kayboluşu modern Batı entelijensiyası kendi kavramsal dünyası içinde açıklayamıyor. Açıklayamadığı için korkuyor, korktuğu için de öfkeleniyor. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, Batı entelijensiyasının çatırdama dediği şey, kendi kurduğu tek kutuplu dünyanın eriyip kaybolmasıdır. İslâm medeniyetine mensup bir münevver ise, aynı olguyu İslâm medeniyet tasavvuruna göre yeni bir hayat tarzı inşası olarak görüyor.

Batı’da bu öfke nasıl ortaya çıkıyor, görünür oluyor?

Batı modernitesi bir takım değerlere (demokrasi insan hakları, hoşgörü vs...) dayandığını iddia ederek bütün insanlığa güven, huzur ve barış getireceği iddiasında bulundu. Rasyonel emele dayalı bu iddia aydınlanma filozoflarının inşa ettikleri düşünsel yapının temeli idi. 17’nci yüzyıl ortalarında hayat buldu bu düşünsel yapı. Zaman içinde gelişti, filizlendi. Sözel anlamda bir cennet kurguladı. Ama modern insanın inanç boyutu bu olsa da, kolonizasyon (sömürgecilik) sürecinde yaptıkları, iletişim imkanlarının fevkalade kısıtlı olması nedeniyle hep gizli kaldı. O kolonizasyon sürecinin etkileri Afrika’da, Uzak Asya’da ve Amerika’da ancak 20’nci yüzyılın başında, modern batılı insan için inandığı ve iddia ettiği değerlerin iflası ile ortaya çıktı. 1914-1918 (I. Dünya Savaşı)  süreci bu savaş bitmeden kapatılmış bir hesap idi. O defter 1939’da (II. Dünya Savaşı) tekrar açıldı. Demokrasiden, insan haklarından, toleranstan, özgürlükten bahseden batılı modern insan vahşi bir şekilde birbirini yok etti. Bu öylesine bir yıkım idi ki; galibi asla yok! Dünya hakimiyeti insan egosu için asla yeterli olmamış, egoyu serbest bırktığınız zaman yerküresi ona kâfi gelmiyor. Kendi içinde telafisi imkansız bir yıkımla sarsılan batı dünyası, içteki hesaplaşmayı belki daha sonraki zamanlarda yaparak bu kez yani 20’nci yüzyılın ikinci yarısında dünyanın teknolojik olarak geri kalmış bölgelerine yöneldi. Buralarda da bir süre sonra İslâm medeniyet tasavvuruna sahip insanların önce ufaktan sonra giderek güçlenen direnişi ile karşılaştı. Aydınlanmanın tüm insanlığa sunduğu değerlerin birer hayal olduğu her iki dünya savaşı ve soğuk savaşlar aşikar olduğu için bu değerlere artık kimseyi inandırmak mümkün değildir. Bu çağda modern batı elindeki tek seçeneği kullandı, şiddet ve onun ürünü olan terör. Şimdi bu süreci yaşıyoruz.

“Bu çağda modern batı elindeki tek seçeneği kullandı; şiddet ve onun ürünü olan terör. Şimdi bu süreci yaşıyoruz...”

İSLAM UYGARLIĞI DİYE BİR ŞEY YOK MU?

Osmanlı’yı tarih noktasında etkili, iz bırakır kılan da Sünni İslâmdı. Kendi etnik yeteneği ve deneyimleri ile çağını doğrı okuyup kaderin yönlendirdiği bir akış içerisinde bir iz bıraktı tarihte.

Osmanlı uygulaması İslâm uygarlığının son özgün uygulamasıdır. Ondan sonra İslâm uygarlığı özgün bir biçimde uygulanmadı. Yok mu İslâm uygarlığı diye bir şey? Hâlâ var ama, karışık bir vaziyette. Başka uygarlıklardan fazlasıyla etkilenmiş, örselenmiş bütünlüğünü koruyamamış, toparlanamamış vaziyette var. Onun için Osmanlı tecrübesi benim için önemli. Çünkü İslam uygarlığının özgün bir uyarlaması. Mesela Arabistan gibi, Suriye gibi, Hicaz gibi, İran gibi uzun asırlar aynı noktada kalmış bir yer de değil. Anadolu dahi 12-13’üncü asırlarda, Malazgirt’ten sonra İslâmlaşmıştır. Ondan sonra balkanlar, Orta Avrupa, Güney Doğu Avrupa ve Adalar’da ciddi izler bırakmış İslâm. Böyle bir resim... bu hikayede o zamanki anlamıyla Türk hem var, hem yok. Var ama çok önemli bir şey ifade ermiyor. Çünkü o zaman önemli olan, insan olmak. Etnik köken çok fazla önemli değil... Şimdi Osmanlı’ya bakamıyoruz. Hiçbir yere bakamıyoruz şu anda. Şu anda biz ABD’nin kötü bir taklitçisiyiz. Ve onun çikletiyle, naylon çorabıyla, cep telefonuyla oyalanıyoruz... Osmanlı oralardan  (kendinden önceki medeniyetlerden) gelen birikimle zaten  mücehhezdi. O ileriye baktı ve doğru okudu. Bana sorarsanız, Kaderullah da -bunu özellikle söylüyorum- Osmanlı’ya bir vazife vermişti ve ona yardım etti. Tekrar bir şey olur mu noktasına gelince... ben olmaz demem. Çünkü şunu görüyorum. Şu anda var olan medeniyet tasavvuru ve hayat biçimi, -ki onun yansıması kültür- ne kadar güçlü olursa olsun fani. Bundan sonra insanlara ve bizim topluma yeni ve daha kalıcı bir şey lazım olacak. O lazım olan eyin adını kim doğru jkoyar, zamanın ruhunu kim doğru okur ve Kaderullah’ın yardımını alırsa o üretir buradan çıkacak medeniyet tasavvurunu. Yani zamanın ruhunu kim okursa gelecek de onundur. Bir Müslüman olarak hayata bakıyorsam, bir Türk Müslümanı olarak hayata bakıyorsam, niye olmayacak diyeyim? Pekala olur derim!

Örselenmiş Osmanlı’dan Medeniyet Umuduna” kitabından...

Batı hayatını yönlendiren konjonktür

Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti arasındaki temel ayrışma nerede başlıyor?

İslâm medeniyet tasavvurunu modern Batı medeniyet tasavvurundan ayıran en önemli kavram Allah inancıdır. Batı dillerinde tanrı karşılığı kullanılan kelimelerin kavramsal olarak muhteva ve şümullerine bakıldığında bu kavramların İslâm medeniyet tasavvurundaki Allah kavramı ile zerrece ilgisi olmadığı görülür. Batılı insan Rönesans’tan itibaren kendi rasyonel dünyasında bir tanrı kavramı üretmiştir. Bu kavram her türlü beşeri müdahaleye açık ve müsaittir. Dolayısıyla bundan sonraki zamanlarda da yeni bir muhteva ve şümul kazanması kaçınılmazdır. Burada batı medeniyet tasavvuru için özellikle tanrı kelimesini kullandım. Çünkü bu tasavvurdaki tanrı İslâm medeniyet tasavvurundaki Allah ile zerrece ilişkisizdir. İslâm medeniyet tasavvurunda Allah Kur’an-ı Kerim’de kendi zatını beyan buyurduğu gibi, İslâm Peygamberinin öğretisinde de Allah fikri açıklığa kavuşmuştur. Bu kavram asırlar boyu bir temel inanç öğesi olarak Müslüman kimliğini oluşturmaktadır. Hayat karşısında ne yapması gerektiğini sorgulayan Müslüman, bu kavramın öngörülerinden yola çıkarak kendisine bir yol çizebilir. Modern Batı ile İslâm dünyası arasındaki ikinci kavramsal fark, insan kavramı üzerinde gerçekleşiyor. Modern Batı varlığının düşünsel temelinde yer alan hümanizmde, insan olumlu ve olumsuz yönleri ile (bu yönler neye göre tanımlanıyorsa) ya da meziyet ve zaaflarıyla (bu meziyet ve zaaflar nasıl değerlendiriliyorsa) vardır, kabul görür ve kutsanır. Hatta zaman zaman tanrı ile eş düzeyde, zaman zaman da tanrının önünde olarak algılanır. Mesela kader ile mücadelesini kazandığı zaman! İslâm medeniyet tasavvurunda ise örnek alacak ve onun gibi olunmaya çalışılacak tek bir insan vardır. Bu da her cihetten insanların en mükemmeli olan İslâm peygamberidir. Bu iki temel fark batı modernizmi ile İslâm medeniyet tasavvuru arasında çok ciddi bir yol ayrımı oluşturur. Batı modernizminde hayatı, ne olduğunu pek anlayamadığımız ‘konjonktür’ yönlendiriyor. Eski Osmanlı münevveri bu konjonktür kelimesinin karşılığını maslahat, biraz daha mahrem sohbetlerinde ise menfaat olarak karşılıyordu. Batı entelijensiyasının bu menfaati elde etmek için kullandığı araç sadece akıldır. İslâm münevveri ise hayatına Kitap’ın ve sünnetin çizdiği istikamette yön vermeye çalışır. Kitap’ın ve sünnetin, kendisine bildirdiği Allah’a inanır ve onun Resulünü hayatına örnek olarak alır. Ve varlığın sadece bu dünya ile sınırlı olmadığını, onu bekleyen bir başka âlemi ve asıl hayatın orada olduğunu ilan eder.