25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

AK Parti duruma el koydu, Erdoğan sadece süreci yönetti

Altun: Siyasi ihtilafların gerilime yol açtığını ve giderek krize dönüşeceğini gören AK Parti yönetimi genel başkanına net bir mesaj verdi. Durumu gören Davutoğlu bir tercih yaptı, süreci ise başarılı bir liderlikle Erdoğan yönetti.

9 Mayıs 2016 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
AK Parti duruma el koydu, Erdoğan sadece süreci yönetti

Siyasette 24 saatin gerçekten uzun bir süre olduğunu geçen hafta içinde bir kez daha tecrübe ettik. 50 kişilik AK Parti MKYK’sında 47 üyenin genel başkanın teşkilat üzerindeki yetkilerini geri almasıyla açığa çıkan “durum” AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun görevden çekilmesiyle sonuçlandı. 5 Mayıs günü Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşen Cumhurbaşkanı-Başbakan zirvesinden de “emanetin devredilmesi” mutabakatı çıkınca kongre kaçınılmaz oldu.  AK Parti olağanüstü kongresini 22 Mayıs’ta gerçekleşecek. Türkiye yeni genel başkan ve yeni başbakanla yoluna devam edecek. Görünen o. Ama “ne oldu, niye oldu, ne olacak” soruları yaşananların nirengi noktası. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a raporlar hazırlayan, saha çalışmaları yapan düşünce kuruluşu SETA’nın İstanbul koordinatörlüğünü yürüten Doç. Dr. Fahrettin Altun ile konuştuk. Doç. Altun Türkiye’deki dönüşümü ve AK Parti siyasetini yakından takip eden akademisyenlerden.

Başbakan Davutoğlu görevi bırakacağını açıkladı, AK Parti 22 Mayıs’ta kongreye gidiyor. Ne oldu, niye oldu?

Aslında alttan alta konuşulan, siyaseti analiz eden insanların beklediği bir şeydi. Şahsen tahmin ettiğim bir gelişmeydi. Niye böyle oldu? Buraya gelinmesinin yapısal aktörlerle ilgili boyutu var. Yapısal boyut şu; 2014’te Türkiye’de cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle beraber fiili bir sistem değişikliği ortaya çıktı. 2007’de cumhurbaşkanını halkın seçmesi yasalaştıktan sonra Türkiye fiili olarak yarı başkanlığa geçmiştir. 2007’de teorik 2014’te de fiilen gerçekleşmiş oldu yarı başkanlık. Ciddi bir yapısal değişimdi bu Türkiye siyasi tarihi açısından. Türkiye’de ağır aksak işleyen garip bir alaturka hali olan parlamenter sistem başka bir yapıya, forma dönüşmüş oldu. Bu formel dönüşüme bir de Türkiye siyasi hayatında ağırlığı son derece belirgin olan Erdoğan gibi bir figürün oturmasıyla dönüşüm daha belirgin hal aldı. Yeni bir siyasal gerçeklikle karşı karşıya kaldık. Buna ister fiili sistem değişimi deyin, ister defacto yeni bir sistem deyin, ister kayıp ister kazanım olarak görün fakat yeni bir siyasal gerçeklikle karşı karşıya kaldığımız aşikar.

AK PARTİ İKTİDARIN KAYNAĞINI DÖNÜŞTÜRDÜ

Nasıl tanımlarsınız bu siyasal gerçekliği, evet fiili bir durum var ama hukuki meşruiyet de var?

Aslında şöyle bir boyutu var. Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle beraber yarı başkanlık hali fiilen oluşmuş durumda. Anayasanın cumhurbaşkanını güçlü yetkilerle donatmış olması çok güçlü bir cumhurbaşkanı figürünü ortaya çıkardı. Onu halkın seçmesi de o gücün meşruiyetini ciddi şekilde katladı. Erdoğan’ın sembolik olarak da önemi var. Erdoğan Türkiye’de iktidarın kaynağını dönüştürmüş bir figür. 2002 sonrasında iktidarın kaynağına halkı oturtmuş bir figür, halk oyuyla cumhurbaşkanı seçildi ve sistemin başına oturdu.

YÜRÜTMENİN BAŞI ERDOĞAN

Yürütmenin başı kimdir tartışması da bu noktada başladı aslında?

Yürütmenin başının sembolik olarak da fiili olarak da Erdoğan olduğu AK Parti eliti tarafından da tabanı tarafından da net şekilde kabul gördü. Muhalefet de durumun böyle olduğunu bildi, bildiği için Erdoğan karşıtlığını yükseltti. Sonraki bütün seçimlerde Erdoğan karşıtı kampanyalarla ilerledi. Nedeni, iktidar yapısının Erdoğan’ın etrafında olmasıydı. Diğer tarafta sistem yarı başkanlığa evirildi. Aslında cumhurbaşkanı AK Parti kongresinde de ifade etti, dedi ki “güçlü cumhurbaşkanı, güçlü başbakan” modeli. “Emanetçi başbakan istemiyoruz” söylemi… Zamanla yaşanan birçok ihtilafın kaynağında bu meselenin, bu konseptin anlaşılma biçimi olduğu anlaşıldı.

ERDOĞAN “GÜÇLÜ BAŞBAKAN” DERKEN NE DEDİ?  

Bunu açalım, güçlü başbakan derken Cumhurbaşkanı ne tanımladı, Başbakan nasıl anladı?

Cumhurbaşkanı güçlü başbakanla, Yeni Türkiye vizyonunun, cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti açısından da aslında Ahmet Davutoğlu açısından da son derece net olan siyasi vizyonunun kurumsallaşmasına ve temsiline katkı verecek, ulusal ve uluslar arası platformlarda bunu net şekilde temsil edecek, güçlü icra makamıyla sistem dönüşümünü hızlı şekilde örgütleyen, koordine eden bir aktör olarak algıladı.

DAVUTOĞLU “GÜÇLÜ BAŞBAKAN”DAN NE ANLADI?

Başbakan nasıl anladı?

Başbakan ise, 2005’te 2007’de 2010’da başbakan Recep Tayyip Erdoğan başbakanlık yetkilerini nasıl kullandıysa ben de aynı şekilde kullanabilirim diye düşündü. Bu düşüncenin iki gerekçesi olduğunu zannediyorum. Bir, hukuki, iki ideolojik. Davutoğlu, hukuki açıdan güçlü başbakanlığa hakkı olduğunu düşündü.   İdeolojik açıdan ise “ben de bu davaya Erdoğan kadar hizmet ettim”, benim de onun gibi güçlü bir başbakanlık yapma hakkım var diye varsaydı. Bu algı, bu iki unsur güçlü başbakanlığa çok ciddi anlam atfetmesini ve bunun üzerinden de bazen kapalı, bazen açık alan kapma mücadelelerinin oluşmasını beraberinde getirdi. Yani bir yetki kavgası ortaya çıktı.

SİYASİ REKABETE GİRMEK YANLIŞTI 

Diğer bir deyişle “siyasi rekabet”, öyle mi?

Tabi, bir rekabet, bir alan kapma çabası. Bunu birçok noktada gördük. Şeffaflık paketi meselesinde, Hakan Fidan’ın adaylığı meselesinde, Dolmabahçe açıklaması meselesinde, koalisyon meselesinde, Davutoğlu’nun başkanlık meselesinde ikircikli tutumunda, kongrede MKYK listelerinde, PKK ile masaya dönülür dönülmez meselelerinde, akademisyenlerin tutukluluğunda… Bütün buralarda kamuoyunda bir farklılaşmaya doğru gidildiği yönünde bir algı oluştu.

SİYASET RASYONELDİR

Algıyla mı sınırlı bu, pratikte icrai karşılığı var mıydı?

Olmaz olur mu? Siyaset sonuçta bir iktidar mücadelesidir ve siyasette yer alan aktörlerin hemen hepsinin bu anlamda bir uğraşı söz konusudur. Bu eğer bir karşılığını buluyorsanız, konjonktürü arkanıza alıyorsanız, gerekli araçlarla donanmışsanız size bir iktidar sağlıyor. Bu anlamda siyaset, azizler arası iletişimden ibaret bir şey değil. Siyaset, makul rasyonel, kendi alanını genişletmeye çalışan aktörlerin mücadelesinden ibaret. Bu mücadelenin bir kısmı kamuoyu önünde olur, bir kısmı perde arkasında olur; ama olur. Burada beklenen şey, 2014’te Erdoğan’ın yerine gelen kişinin nihayetinde doğrudan Erdoğan’ın işaret ettiği kişi olması hasebiyle böylesi bir mücadelenin olmayacağı, ya da çok sınırlı olacağıydı.

BAŞBAKAN OLARAK NEDEN DAVUTOĞLU TERCİH EDİLMİŞTİ?

Neden?

Erdoğan cumhurbaşkanı seçilme sürecinde çok açık ve net bir siyasi kampanya yürüttü. Bu kampanya dolayısıyla da eleştirildi fakat bunu açıkça ortaya koydu. Dedi ki “ben bu zamana kadar halkımla çok açık ve şeffaf bir ilişki yürütüm. Neyi yapıp yapamayacağımı halka söyledim. Dolayısıyla ben yeni dönemde de sembolik bir makama talip olmuyorum. Cumhurbaşkanı yetkilerini anayasal sınırları içinde sonuna kadar kullanacağım, bunu da vaat ediyorum. Yani bunu sadece söylemiyorum, aynı zamanda bir vaat olarak da, bir siyasi pozisyon olarak da halkın önüne koyuyorum. Dolaysısıyla ben bunun üzerinden gideceğim. Bu siyasal liderliği yeni Türkiye’de devam ettireceğim”. Dolayısıyla herkes Recep Tayyip Erdoğan AK Parti Genel başkanı olarak kimi işaret ederse onun “genel başkan” ve “başbakan” olacağını biliyordu. Başkanlık sürecinde de, yeni hükümet sistemine doğru yol alınırken de böyle yürüneceğini de biliyordu. Bu anlamda bir kafa karışıklığı yoktu. 10 Ağustos’tan 28 Ağustos’a kadarki o süreci hatırlayalım. Herkes “acaba Tayyip Erdoğan’ın zihninde kim var” sorusunu soruyordu. Abdullah Gül, Binali Yıldırım, Ahmet Davutoğlu isimleri ön plandaydı. Nitekim bununla ilgili temayül yoklamaları yapıldı, hepimiz biliyoruz. Abdullah Gül ismi ile Davutoğlu ve Yıldırım isimleri iki ayrı grupta yer alıyordu. Binali Yıldırım ve Davutoğlu Erdoğan vizyonunu siyasette temsil edecek, “uyumlu” davranacak aktörler olarak görüldü. Gül ise, Erdoğan perspektifini temel bazı meselelerde sorunlu bulan ve bunu revize edecek bir aktör olarak algılandı. İkisi arasında bir tercihte bulunuldu, Davutoğlu tercihinin anlamı da buydu. O vakitler, Davutoğlu tercihinin siyasal anlamı başlıklı bir yazı yazmış ve “Davutoğlu’nun önündeki en önemli misyon Erdoğan’ın vizyonunu siyasi mirasını kurumsallaştırmaktır” demiştim. Beklenen buydu, kriz ya da ihtilaf değil. Fakat böyle olmadı.

NE OLDUĞUNU ANLAMAK İÇİN OLANA BAKMAK GEREK

Neden olmadı? Davutoğlu kendisinden bekleneni bilmiyor olamaz. Devraldığı “emanet”in niteliğini, ve beklentiyi biliyor idiyse sonraki süreçte ne oldu da sonuç böyle oldu?

Birkaç gerekçe var. Birincisi başbakanlık oldukça kritik bir kurum. Ve bu kurumun temsili ile beraber, genel başkanlıkla beraber önünde çok fazla iktidar kullanma alanı olduğunu gördü. Yani bunun olmadığını varsaymak tartışmayı kötürüm hale getirir. Nihayetinde bürokratik atamalardan, parti kurullarının yapısına, teşkilatların oluşumundan daha pek çok temel meselede genel başkanın başbakanın ne düşündüğü soruldu. Çünkü elinde bir mühür var ve mühür kıymetli bir şey. Nihayetinde mührün beraberinde getirdiği bir “özgürleşme algısı” var. Kritik unsurlardan biri bu. Bu önemli. İkincisi Davutoğlu’nun “dava algısı” ve kendisini bu dava içerisinde bir seçkin temsilci olarak görme durumu. Bu da önemli bir unsur oldu diye düşünüyorum.

DAVUTOĞLU, ERDOĞAN İLE İLİŞKİSİNE GÜVENDİ

Ne demek seçkin temsilci?

Ahmet Davutoğlu, maruf bir entelektüel ve iddialı bir siyasetçi. Kendisini ister medeniyet hareketi deyin ister başka bir şey, bir biçimde AK Parti’de tecessüm etmiş o hareketin merkezinde gördü. Böyle olduğu için de daha rahat tasarrufta bulundu. Üçüncüsü Davutoğlu, Erdoğan ile ilişkisine güvendi ve bu ilişkide Erdoğan’ı, kriz olarak görme ihtimali olan hususlarda kendi pozisyonuna çok rahat çekebileceğine kanaat getirdi. Yani her kriz durumunda konuşarak ikna edebileceğini varsaydı.

Danışmanlık, bakanlık yaptığı dönemlerdeki istişare pratiğine benzer bir durumu sürdürmeyi ummuş, alışkanlığını devam ettirmiş olabilir mi Başbakan?

Bu anlamda, beyana, belagata çok büyük anlamlar yükledi. Konuşarak, anlatarak karşısındakini ikna edeceğini düşündü.

İKİNCİ ADAM İMAJIYLA BARIŞIK DEĞİLDİ

Bir dakika. Kişinin kendinde karşısındaki insanı konuşarak dönüştürmek, fikrini ve iş yapma biçimini değiştirmek gibi bir hak ve bunu kendine misyon görmesi siyasi bir pozisyondur elbette ama burada karşınızdaki kişi, aslında bu siyasi hareketin lideri ve sizi de seçen kişi. Erdoğan yani. Bu durumda bu, başka bir şeye dönüşebilir sanki. Siyasetin sahibi benim gibi bir anlam çıkar mı buradan?

Yani liderlik iddiası, birinci adam iddiası çıkar mı emin değilim. Bir anlamda Erdoğan gerçekliğini görmezden gelip kendisini en öne koymak gibi bir adım attığını söylemek çok iddialı olur. Yani böyle bir adımı atabileceğini sanmam. Bütün konuşmalarında Erdoğan’ın yerini teslim etti. Fakat öte yandan günden güne kendi alanını genişletmeye dönük bir çaba içerisinde de oldu. Bu da bir siyasi rekabet, bir güç mücadelesi biçiminde göründü. Erdoğan mevcut konumunu koruyorken, onu aşıp onun yerine geçmek gibi bir iddiası yoktu. Fakat 2014 Ağustos’unda AK Parti kamuoyunun ona atfettiği “ikinci adam”lık imajı ile çok barışık bir görüntü verdiğini de söyleyemeyiz.  

ERDOĞAN ÇATIŞMAYA, DAYATMAYA GİRMEDİ

Erdoğan nasıl okudu bunu?

Bu süreçte Erdoğan, bir çatışmaya girmedi. Davutoğlu’na ya da parti yönetimine herhangi bir durumu dayatma yoluna da gitmedi. 10 Ağustos 2014 ile 7 Haziran 2015 arasındaki süreç çok özel bir süreç. O süreçte birçok kırılma yaşandı. MİT müsteşarının adaylığı, Dolmabahçe, şeffaflık paketi, aday listeleri vs… Buralarda Erdoğan ben ne diyorsam o olacak demedi. Kendi perspektifini masada, yeri geldiğinde medya önünde izah etti. Çoğu kez bir adım geri çekilip izledi. Kriz oluşma ihtimali oluştuğunda meseleyi gündeme getirerek yönetti. Bu yönetim tarzı bu 20 aylık sürecin ortaya çıkmasını sağladı. Erdoğan, ilk altı ayın sonunda somut ihtilaf noktaları ortaya çıktığında “bu dosya kapandı” demedi.

SÜRECİ ERDOĞAN YÖNETTİ

Süreci bugüne kadar kontrollü şekilde Erdoğan yönetti öyle mi?

Yönetti. Nedeni de şuydu; Türkiye çok ciddi türbülanslardan geçti bu 20 aylık süreçte, bunu da görmemiz lazım. Bu süreç içerisinde Erdoğan bir liderlik başarısı sergiledi.

Erteledi mi yani?

Bence yönetti, ertelemeci tavır takınmadı. Meselenin bir siyasi krize dönüşmeden suhuletle çözülmesini sağladı.

OKUMA REALİST, KONUŞMA İDEALİST

Başbakan ile Cumhurbaşkanı’nın Beştepe’deki son zirve görüşmesinin benzerlerinin aynı içerik ve ciddiyetle daha önce de defaatle yapıldığını, son görüşmenin beşincisi olduğunu duydum. Diyelim ki üçüncüde yaşansaydı kopma, emanetin devri bu kadar “şık” olamaz mıydı?

Bence Davutoğlu çok realist bir okuma yaptı. Bu aslında ifadelerine çok yansımadı. İdealist bir perspektif çizdi ve gerekçelerini açıkladı. Fakat Davutoğlu’nun ayrılma kararının arkasında gerçekçi bir okuma var. Eğer bu süreç devam ederse kendisinin çok ciddi anlamda yıpranacağını gördü. Bu nedenle Türkiye siyasetinde kalıcı bir siyasi figür olmak adına bu tercihte bulundu. Nihayetinde parti yönetiminin kendisine gösterdiği tutum çok ciddi bir tutum.

MKYK’DA 47 İMZA NE DEMEK?

Parti genel başkanın il ilçe başkanı atama yetkisinin MKYK’ya devrini sağlayan 47 imzadan bahsediyorsunuz, azledilmek aslında neredeyse bu tutum?

Biçimi, içeriğinden daha önemli. Çok ama çok net bir tutum bu, AK Parti geleneğinde de, Türkiye siyasi hayatının seyri içerisinde de bu ve benzeri adımların ne anlama geldiği son derece nettir. Yönetimin başkanın elinden yetkilerini alması açık ve net bir mesajdır.

PARTİ YÖNETİMİ DURUMA EL KOYDU

Erdoğan’ın doğrudan bir tasarrufu olmuş mudur?

Erdoğan’ın yaptığı, 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken verdiği vaadi tutarak, bu süreci krize dönüşmeden yönetmesidir. Buradaki aktör parti yönetimidir. Erdoğan, siyasetle ilgilenen herkesin göreceği şeyi gördü ve krize müdahale etti. Sürecin koordinasyonunu üstlenmiş ve geçişin kazasız belasız gerçekleşmesi için bir anlamda aracı olmuştur. Başbakana tercihini sormuştur, o da olanı biteni görüp bu adımı atmıştır. Zaruret dediği, muhalefet partilerinin manipüle ettiği şey şu anlama gelmiyor. “Erdoğan bana istifa et dedi, mecburdum ne yapayım” değil.

Davutoğlu’nun basın toplantısında ifade ettiği zaruret nedir peki?

Şudur; parti yönetimi önüme böyle bir şey koydu, bunun ötesinde bir şey yapılamaz demekti. Gerçekten de yapılamaz. Bu saatten sonra Davutoğlu’nun çıkıp AK Parti genel başkanı olarak devam etmesi gerçekten mümkün değildi bence, gerçekçi bir tercih yaptı. Gerçekçi bir tercihle idealist bir konuşma yaptı. Siyaset tarzıdır, üslubudur, yaklaşımı o şekildedir. Tercihini durumu kendi yaklaşımı içinde bir bağlama oturttu ve bu şekilde izah etti.

ZARURET DEĞİL, TERCİH YAPTI

Kırgınlık, sitem, duygusal bir ton var mıydı Davutoğlu’nun konuşmasında tutumunda?

Tabii ki sitem edebilir. Realist okumadan kastım şu: “Bu böyle devam ederse -ki nihayetinde bir siyasal rekabet süreciydi- siyasal rekabette bana çok ağır bir fatura çıktı, parti yönetimi bunu gördü ve bana bu yoldan gitme dedi. Böyle dendikten sonra ben ne yapabilirim” diye düşündü. Sonra “bana bu tavrı neden gösterdiniz” diye sitem etti ama attığı adım bu yönüyle baktığınızda realist bir adım. Bence başka şansı da yoktu.

KIRGINLIK VAR, PİŞMANLIK YOK

Pişmanlık var mıydı peki? Ya da sürecin böyle sonuçlanmasının kendisinde yarattığı bir keşkeler dizgesi oluşur mu sonradan?

Bir pişmanlık sezmedim konuşmasında. Mesela ben şu düşünce dolayısıyla falanca adımı atmıştım oysa o adımla yanılmışım demedi.

Başarılıydım dedi?

Şunu diyebilirdi “ben yol arkadaşlarıma güvendim ve şu alanlarda bir mücadeleye girdim, mücadeleyi kazansaydım MKYK’nın da eli genişleyecekti”, böyle demedi. Onun yerine dedi ki “çok başarılı bir süreç vardı, yine partimiz devam edecek, hukukumuzu koruyacağım”. Bir yönüyle partime, davama vefalı olacağım dedi. Öte yandan “yol arkadaşlarım kıymetimi bilemediler” demiş oldu. Bu yönüyle bir pişmanlık sezmiyorum.  

HER İHTİLAF BİR İMTİHANDI

Yaşanan farklılaşmalar her seferinde kamuoyunda büyük şaşkınlık da yarattı aslında, ne oluyor deniyordu?

Terörle mücadele ve çözüm sürecini ele alalım. 7 Haziran’dan önce partinin birçok medya yüzü çıkıp farklı açıklamalar yaptı, kamuoyunu belli bir yere taşıdı fakat öte taraftan cumhurbaşkanı çıktı “bir dakika” dedi. “Bunlar yanlış işler” dedi ve kamuoyunu bir noktaya taşıdı. İnsanlar bir süre sonra doğru pozisyonun o olduğunu da gördü. Mesela bu süreçlerin doğru okunamadığını düşünüyorum. Bu süreçler doğru okunmuş olsaydı, her ihtilaf bir imtihan ve yeni bir imkandı aslında.

Bir siyasetçinin siyasi becerisi süreçleri doğru okuması ve doğru siyaseti üretebilmesinde yatmaz mı? 20 aylık sürede yaşanan ihtilafların Davutoğlu cenahında doğru okunamamış olması siyaseten başarısızlık mıdır?

Evet tabi, sonuç itibarı ile 1 Kasım’da seçime giriyorsunuz 4 yıl iktidarda olacaksınız, başbakan ve genel başkan olmanız öngörülüyor fakat bu oluyor. Görevi bırakıyorsunuz.

İHTİLAF GERİLİMİ DAHA FAZLA SÜRDÜRÜLEMEZDİ

Bu gerilim sürdürülebilir bir şey miydi peki Türkiye ve AK Parti açısından?

Kesinlikle değildi. Bu müdahale olmasaydı iki şey ortaya çıkacaktı. Bir; ciddi anlamda vizyon farklılaşması, iki; çok ciddi bir güven bunalımı oluşacaktı. Bu da iki şeyi doğuracaktı, bir; ağır siyasi krizler, iki; Türkiye’nin dışarıdan müdahalelere çok daha fazla açık hale gelmesi. Yani iki güç odağı var ve iki güç odağına sürekli oynamaya çalışan bir dizi operasyon merkezi var. Bu Türkiye’nin aleyhine bir şey. Erdoğan bu anlamda bir siyasal liderlik gösterdi. Burada AK Parti’nin kurucu lideri olan Erdoğan’dan bahsetmiyorum. 10 Ağustos’ta halka bir takım vaatlerle gelmiş ve halkın yüzde 52 oyunu almış bir cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bahsediyorum. Erdoğan, burada doğrudan bu sürece müdahale etmemiş olsaydı bu durum çok büyük siyasi krizlere yol açacaktı ve dahası da Türkiye müdahalelere açık hale gelecekti. Bunun altını çizmemiz lazım.

ERDOĞAN’IN TALİMATI DEĞİL, MKYK’NIN KARARI

Sanırım, krizlere gebe ve suiistimale açık olma halini yaratan kişinin Erdoğan’ın seçtiği/tayin ettiği ve emaneti teslim ettiği isim olması da aslında 14 yıllık AK Parti hikayesinin hazin şekilde sonlanması gibi bir neticeyi de doğuracaktı?

Tabi. Çünkü bu süreç tekrar etseydi bambaşka bir noktaya gidecekti ifade ettiğiniz gibi ve bunun da çok ağır bedelleri olacaktı. Bence bunu ilk fark eden parti yönetimi oldu. Parti yönetimi bunu fark ettiği için bununla ilgili bir adım atmış oldu.

Parti yönetimi Erdoğan’dan bağımsız şekilde mi imza topladı?

Kesinlikle, Erdoğan’ın siyasi vizyonundan yaklaşımından bağımsız değil fakat Erdoğan’ın herhangi bir şekilde talimatı olmaksızın attı bu adımı. Bu tür manipülasyonlar oluyor. Parti yönetiminin ortaya koyduğu tavır Erdoğan’ın talimatı ile ortaya çıkmış değil. Fakat Erdoğan’ın siyasi liderliğini, ağırlığını gören, Erdoğan ile çatışmanın yaratacağı tahribatların ne anlama geldiğini bilen bir dizi siyasetçinin müdahalesinden bahsediyorum. Bunun Türkiye’ye faturasını görebilen, rekabet halindeki iki aktörü değerlendirip birine bir anlamda fatura çıkaran bir tavır.

“ABD’NİN ADAMI” DENİLEMEZ, HAKSIZLIK OLUR

Yabancı medyada Davutoğlu’nun çekilmesini “Amerika’nın adamı kaybetti” şeklinde yorumlayanlar, içeride bunun üzerinde tepinenler oldu?

Çok abartılı, bu doğru değil. Ahmet Davutoğlu’nun -birçok başka isim de sayabilirsiniz- bu anlamda değerlendirilmesi doğru olmaz. Türkiye siyasetinde uluslararası alandan destek bularak kendi alanını genişletmeye çalışan aktörler olmuştur. Davutoğlu için bunu düşünemeyiz. Gerçekçi siyasi analiz yapmamız lazım.

İŞ TUTUŞ TARZLARI FARKLI

Gerçekçi siyasi analizden kastınız ne? Erdoğan’la çatışan ve hatta Erdoğan’la görüşmeyecek söylentisini kendisinin ağzına bakan siyasi/medyatik çevrelerde bir düzenek içinde dolaştıran Obama’nın, giderayak Davutoğlu’na randevu vermesi de bir gerçek sonuçta?

Obama’nın bambaşka bir hesabı olabilir. Öte yandan Davutoğlu, Erdoğan’ın işaret ettiği bir aktör, medeniyetçi perspektifiyle Erdoğan’la büyük oranda örtüşen bir aktör. Medeniyetçi perspektifin örtüşmesi demek zaten Davutoğlu Amerika’nın adamı değil demek. Fakat bizim tartıştığımız meseleler sahada, somut, doğrudan toplumsal siyasal ekonomik karşılıkları olan meseleler. Oradaki farklı iş tutuş tarzlarıyla ilgili. Yoksa ortada ağır ideolojik farklılıkların olduğunu düşünmüyorum. Fakat süreç olağan akışına bırakılmış olsaydı bir süre sonra ciddi ayrışmaların başgöstereceğini söylemek mümkün.

SİYASET GERÇEKLER ÜZERİNDEN YÜRÜR

Erdoğan ve Davutoğlu’nun siyaset yapma biçimlerindeki fark nedir?

Siyasi figür olarak Davutoğlu, Erdoğan’ın siyasal pragmatizmine sahip değil. Siyaset hızını da, kalitesini de önemli oranda buradan alır. Bu, Erdoğan siyasetinde önemli bir şeydir. Malum, pragmatizm bizde negatif algılanan bir mevzu oysa siyasal pragmatizm o kadar da negatif değildir. Davutoğlu, bu yönüyle pragmatik bir siyasi tutum sergileyebilseydi bugün farklı bir noktada olabilirdi. Erdoğan’ın siyasi gerçekliğini, Türkiye siyaseti açısından merkeziliğini bütün uzantılarıyla beraber kabul edip, buna göre pozisyon alabilirdi. Türkiye muhalefetinin de önemli bir problemi bu. Türkiye muhalefeti de bunu göremediği için ne yazık ki yanılıyor, siyasete katkı veremiyor, siyaset dışında pozisyonlar üretiyor.

SİSTEM TARTIŞMALARINDA KAFA KARIŞIKLIĞI

İki AK Partili ismin karşı karşıya gelmesi gibi okusak da aslında iki seçilmişin iki icracı makam olarak bir tür siyasi rekabete girme halinden de bahsediyoruz. Öte yandan bu sorunu çözmek için sistemin ve anayasanın değişmesi zarureti vardı, var Türkiye’nin önünde. Sayın Davutoğlu’nun bunu görme ve gereğini yapma konusunda ihmali ya da bir tür rehaveti mi oldu?

Hükümet sistemi tartışmasını cumhurbaşkanı başlattı. Tartışmaya Davutoğlu uzun süre dahil olmadı, o süre içinde muhalefet partileri başta olmak üzere insanlar ne düşündüğünü söyledi. Erdoğan çevresinden sesli eleştiriler gelmeye başladığında bu kez Davutoğlu devreye girdi. Hatta seçim beyannamesinde başkanlık kısmını bizzat ben kaleme aldım dedi. Fakat 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra “başkanlık sistemine halk oy vermedi” açıklamasını yaptı. İnişli çıkışlı bir süreç işledi. 7 Haziran’dan önce sahadaydık biz; SETA adına çeşitli çalışmalar araştırmalar yapıyorduk. Mesela AK Partililer Erdoğan’ı nerede görüyor, Davutoğlu’nu nerede görüyorlar diye araştırırken gördük ki Türkiye’nin farklı yerinde AK Partililerin şikayet ettikleri unsur bu. İkili mesaj olduğunu, Davutoğlu’nun başka Erdoğan’ın başka mesajlar verdiğini düşünüyordu partililer. Bu anlamda gerçek bir kafa karışıklığı vardı, başkanlık sisteminin tabanda sahiplenilmemesinde bu tutum etkili oldu. İkincisi, muhalefet partileri de buna oynadılar. Bunun üzerinden öyle bir yaklaşım oluştu ki bu, Davutoğlu aleyhine algı oluşturdu.

DANIŞMANLARI UYARMALIYDI

Bunu nasıl göremedi, neden göremedi?

İnsanlarda şöyle bir algı oluştu: “başbakan başkanlığı istemiyor, çünkü başkanlık gelirse kendi başbakanlığı tehlikeye girer”. Bu bir algı. Fakat Davutoğlu tarafından yönetilmesi gereken, ancak yönetilemeyen bir algı. Danışmanlarının bu konuda Davutoğlu’nu ciddi anlamda uyarması -belki uyarmışlardır bilmiyorum- daha doğru bir yere yönlendirmesi gerekirdi, çünkü başkanlık sistemini sahiplenmemek doğrudan kendi konumu ile ilgili bir mesele olarak algılandı. Öyledir demiyorum ama böyle bir mesele ortaya çıktı. Güçlendirilmiş başbakanlıkla ilgili bir tartışma başladı bir dönem. Bunlar Erdoğan’la rekabet algısı oluşturdu. Erdoğan’la rekabet algısı parti teşkilatlarında ciddi karşılık buldu. Erdoğan’la siyasi rekabet parti teşkilatlarında kabul görecek bir şey değil diye düşünüyorum.

AK PARTİ TABANI NE DÜŞÜNÜYOR, NE HİSSEDİYOR?

Peki, tersi bir durum da var. Teşkilat bir nebze daha bunun farkındaydı ama taban bu okumayı böyle yapamamış olabilir. Sonuçta fazla da çaktırılmadı, içerde tutuldu bu durum. Belki de bu yüzden bir hüzün ve şaşkınlık var parti tabanında. Ne oldu, niye oldu anlamaya çalışıyor herkes. Bir kırılmaya ya da kırgınlığa yol açmaması için yönetilmesi gereken bir şey sonuçta. Ne görüyorsunuz?

Ben bir kırılmaya yol açacağı kanaatinde değilim. Çünkü bu süreçlerin ahlaki olarak da siyasi olarak da izahı var. Süreç farklı platformlarda konuşuluyor konuşulacak fakat sağlıklı zeminde sürdürülmesi lazım. Ayrışmanın gerekçeleri, parti yönetiminin müdahalesinin gerekleri daha net anlaşılacaktır. Bu anlaşılmayı hızlandıracak şey Erdoğan’ın çıkıp bu mesele böyledir demesidir. Fakat ben Cumhurbaşkanının müdahale edeceği bir durum da görmüyorum. İzahat yapılması gerektiği kanaatinde de değilim.

DAVUTOĞLU’NUN BAHSETTİĞİ HUKUK VE ÇATLAK İHTİMALİ

Neden?

Çünkü bu süreç kendisini bir anlamda anlatmaya devam edecek. İyi bir örnek olmayabilir ama teşbihte hata olmaz deyip işin içinden çıkalım. Mesela Bülent Arınç meselesinde Tayyip Erdoğan hiçbir şey söylemedi. Gazetecilerin ısrarı üzerine bir iki şey söyledi. Böylesi bir kriz değil bu. Arınç doğrudan Erdoğan’ı eleştiren şeyler söyledi; birkaç kere söyledi. Ne oluyoruz sorusu soruldu fakat bir süre sonra Arınç’ın attığı birkaç adım dolayısıyla insanlar neyin ne olduğunu açıkça gördüler. Önümüzdeki dönemde Davutoğlu bahsettiği çerçevede bahsettiği hukuklara bağlı kalır ise kamuoyu bunu çatlak olarak sorun olarak görmez. Ama mağduriyet psikolojisi veya edebiyatı ile ya da bir kahramanlık süreciyle, sürecin destansılaştırılması ile bir siyasal hareketlilik oluşursa kamuoyu bunu da çok net görür. Ayrışmayı da görür, ayrışma oluşursa. Ama ayrışma oluştuğunda da oluşmadığında da ben gerçekten kırılma ya da sıkıntı görmüyorum. İnsanlar sonuç itibarı ile empati kurarak durumdan hoşnut olmayabilirler ama siyaset acıtıcı bir şey.

HAREKETİN LİDERİ BAŞINDAN BERİ ERDOĞAN

Geriye dönüp baktığımızda AK Parti’nin kurucu isimlerinin bu uzun yürüyüşte bir şekilde geride kaldığını, yürüyüşten koptuğunu ya da suskunluğa büründüğünü görüyoruz. Bu günlerde muhalefet ve muhalefet yandaşı medya “kurucu kadrodan kimse kalmadı Erdoğan’ın yanında, çünkü Erdoğan’ın diktatörlük heveslisi, tek adamlık sistemini kurmaya çalışıyor” diye okuyor. Yorumunuz ne?

90’ların sonuna, Fazilet’te yenilikçiler gelenekçiler tartışmasına gidelim. Herkes Necmettin Erbakan’ın karşısında yer alan aktörün Tayyip Erdoğan olduğunu, yeni hareketin liderinin Erdoğan olduğunu biliyordu. Toplum Erdoğan’ın arkasından gitmek suretiyle 2002’de AK Parti’yi tercih etti ve bu hareketin ana unsuru lideri başından beri Erdoğan oldu. Erdoğan’ı sevelim sevmeyelim bunu teslim etmemiz lazım.

MEDYATİK YANSIMAYA AŞIK OLANLAR SİYASETİN DOĞASINI UNUTTU

Gül, Arınç, Şener ve diğerleri de bunu böylece biliyor muydu?

Kesinlikle biliyorlardı. Bildiklerini o dönemde de biliyoruz. O süreçlerin şahitleri olan başka aktörler de biliyor. Burada kritik olan şuydu. Abdüllatif Şener ile başlayan süreçte bazı aktörler kendi özgül ağırlıklarına abartılı anlamlar atfettiler. Çok büyük özgül ağırlıkları olduğunu düşündüler. Hiç kuşkusuz bu isimlerin birer özgül ağırlıkları vardı, birer temsil makamıydı, birer medya yüzüydü vs. Fakat medyadaki yüzlerine adeta aşık oldular ve siyasetin gerçek doğasını, medyatik doğasıyla karıştırdılar. Bu anlamda da Erdoğan’ın sahadaki karşılığını, sahici liderliğini bir biçimde dengelemeye çalıştılar. Erdoğan’ın çok uzlaşmacı bir tavrı var. 7 sene boyunca 2007-2014 yılları arasında Gül’ün cumhurbaşkanlığı Erdoğan’ın başbakanlığı sürecinde bugün vizyon farklılıklarını çok net olarak gördüğümüz bu iki isim birçok meselede ihtilaf yaşadılar. Fakat bu ihtilafları yine o dönemde Erdoğan yönetti. Bir siyasi krize dönüşmemesi için alttan aldı. Hareketin lideri olduğu halde, Gül’ün oraya gitmesine yine doğrudan vesile olduğu halde, birçok krizi Erdoğan yönetti. Bu yönüyle çatışmacı bir kişilik değil. Bülent Arınç ile ilgili yine benzer süreçleri yönetti. Üzücü olan Abdüllatif Şener dışında diğer aktörler Gezi kalkışması sonrasında siyaseten toparlanmaya karar verdiler.

“ERDOĞAN BİTTİ” DEYİP YERİNE TALİP OLDULAR!

Peki neden? Gezi kalkışması söz konusu aktörel farklılaşmayı siyasi hareketliliğe nasıl dönüştürebildi?

Erdoğan’ın uluslararası sistemin egemenleri tarafından gözden çıkarıldığına, Erdoğan’ın bittiğine, şansı olmadığına, Erdoğan sonrasının dizayn edileceğine kanaat getirdiler ve orada birer aktör olmak istediklerini beyan ettiler. Hikaye buydu. Davutoğlu 2013’te de 2014’te de Erdoğan’ın yanındaydı. Erdoğan’ın yanında durduğu için başbakan oldu.

SİYASİ ELİT ŞAKŞAKLIĞI YANILTTTI

AK Parti’nin alâmetifarikası halkın taleplerini siyasete tercüme etme başarısıdır aslında ve tabanı da küresel aktörleri değil kendi iradesini önemser. Dolayısıyla “küresel güç odakları madem yeni aktör arayışında, o ben olayım” demek, işaret çakmaya çalışmak AK Parti siyasetinin kaynağını ve temel unsurunu bilmemek ve kendini inkar etmek değil midir?

Kesinlikle çok doğru, nihayetinde sadece küçük bir elit grubun yönlendirmesiyle, desteklemesiyle gerçek anlamda bir siyasal aktör olacağını zannetmenin AK Parti siyaseti içinde de maliyetlerini gördük. O küçük siyasi elitin şakşakçılığı ötesinde gerçek anlamda siyasal figüre dönüşme imkanınız yoktur. Halkın 2002 sonrasında sadece önemsenmesi değil iktidarın kaynağına dönüşmesi söz konusu. Bunu yapan bir aktör var. AK parti bunu Erdoğan liderliği ile yaptı. Böyle bir durum ortadayken halk bunun geri alınmasına müsaade etmez. Gezi’de halkın çok büyük bir kısmında feveran oluşmasının nedeni doğrudan, bu iradesine müdahale edilmesiydi, eylemcilerin yabancılığı vs değildi. O yüzden Kazlıçeşme oldu, o yüzden sağlam irade dendi, kararlılık mesajı verildi.

ERDOĞAN YALNIZ TEZİ OPERASYONEL TEZVİRAT

Erdoğan yalnız mı?

Aksine Erdoğan’ın yalnızlaştığı tezinin bir tezvirat olduğunu düşünüyorum. Erdoğan’ın yalnızlaştığı tezi Erdoğan’ın yalnızlaştırmak isteyenlerin ürettiği bir tez. Bunu yaparken her seferinde beraberinde bir kampanya yürütüyor ve “Erdoğan yalnızlaşıyor yanında sadece şu kişi var” deyip o kişiyi hedefe koyuyorlar. Amaç o anda hedefe konan kişiyi düşürmeye çalışmak. Cumhurbaşkanı bütün bu propagandaya rağmen toplumun her kesimiyle aynı anda aynı dili konuşabilen, müzakere edebilen, onları dinleyebilen bir aktör. Uluslararası alanda da öyle. Erdoğan’ın iş dünyasından siyaset dünyasına çok farklı ideolojik alanlardan insanlarla konuşabildiğini biliyoruz. En son Cumhurbaşkanı’nın ABD seyahatinde de bunu bir kez daha yakından gördüm. Birçok önemli aktörle zaman içinde gelişen ciddi bir hukuku var. Bu, yalnız bir kişinin yapabileceği bir şey değil. Yalnızlaşmak Erdoğan’ın siyaset tarzı, üslubu değil. Erdoğan hiçbir aktörün doğrudan telkiniyle hareket eden biri değil. Siyasette ya da başka dünyada Erdoğan birçok aktörden birçok meseleyle ilgili farklı görüşleri alan, süzen ve kanaati olan bir aktör. Farklı meselelerle ilgili kendisine SETA adına çeşitli raporlar sunuyoruz ve karşımızda o mevzuya vakıf, fakat bir o kadar da farklı görüşleri dinelemeye açık bir aktör görüyoruz. Bilgiyi alıyor süzüyor ve süzdükten sonra karar alıyor, liderlik yapıyor.

DÜŞÜK PROFİL DİYE BİR ŞEY OLAMAZ

Yeni döneme bakalım son olarak. 22 Mayıs’ta seçilecek genel başkanın başbakanın düşük profilli olacağına dair yorumlar yapılıyor. Öyle mi olacak?

Bu yanlış bir şey, Erdoğan güçlü başbakan dediğinde ne dediği son derece netti. Yeni Türkiye’nin vizyonunu taşıyacak, sistem dönüşümünü koordine edecek, bu anlamda Türkiye’nin tehditleri ile yüzleşmesine katkı verecek, bütün bunlarda elindeki yetkileri de kullanacak fakat Erdoğan’ın vizyonu ile çatışmayacak, siyasi rekabete girmeyecek. Yeni Başbakan için öncelikli olan Türkiye’nin ihtiyacı olan sistem dönüşümünü sağlamaktır. Kalkınma politikalarını devam ettirmektir, tehditlerle yüzleşmektir. Bu anlamda güçlü bir figür beklenebilir. Koordinasyon da önemlidir fakat karizmatik siyasal liderlik beklemek doğru değil anlamlı da değil. Geçmişte de değildi. Karizmatik siyasal lider ve topumun bütününü kucaklamaya dönük liderlik zaten ortada. Yeni gelen aktörün hızlı, uyumlu ve yüksek profilli bir temsille hareket edecek bir aktör olacağını varsayıyorum. Cumhurbaşkanını Türkiye’ye ilişkin vizyonun takipçisi olacak bir genel başkan ve başbakan olacağını varsayıyorum. Parti de bunu varsayıyor.

ZAYIF KİŞİLİKLİ VE KURMA KOLLU BİRİNDEN BAHSETMİYORUZ

Teknokrat başbakan tanımı yapılıyor, bu doğru bir tanımlama mı?

Bence değil nihayetinde siyasi tarafı olmak zorunda. Mecliste yer alacak, siyasi partiyi temsil edecek, kabinede yer alacak. Kritik olan cumhurbaşkanına uyumluluk meselesidir ama bu güçsüzlük değildir. Cumhurbaşkanı güçlü insanlarla çalışabilen, güçlü insanlarla kritik meseleleri masaya yatırabilen, farklı tezlerle halleşebilen bir aktör, bu anlamda sıkıntı yok. Yani zayıf kişilikli, kurma kollu bir aktörden söz etmiyoruz.

PELİKAN SALDIRISI TAM BİR FIRSATÇILIK

Pelikan bildirisi vardı biliyorsunuz, fırsatçı birilerince son hafta yayınlanan. Davutoğlu’nun bir anlamda sicilini döküyor ve itibar suikasti yapıyordu. Kamuoyunda ve muhalif medyada sanki Erdoğan’a yakın bir grup var ve onlar başbakana darbe yaptılar gibi yansıtıldı. Gerçekliği nedir?

Bunun herhangi bir siyasi aktör adına siyasete müdahale olduğunu düşünmek yersiz çünkü durum zaten 29’unda netleşmişti. 29’undaki gelişmeyi okuyan ve kendisine alan açmak isteyen birinin, birilerinin bir hamlesiydi bence. Kimin yaptığı bilmiyorum. Fakat bu bildiri, 29’undan sonra Davutoğlu’nun kamuoyu önünde daha fazla saldırıya açık hale geldiğini gösterdi. Bu da başka bir krizdi aslında, değişimle bunun da önüne geçildi.