Zücaciye dükkânında fil romantizmi
Gezi, Türkiye’nin yeni ‘fil’i. Herkes bir ucundan tutup “fil budur” diyor.
Peki, ama hangi Gezi’den ve yaklaşık bir aydır süren Gezi eylemlerinin hangi evresinden bahsediyorsunuz siz?
Çevre duyarlılığıyla başlayıp, polisin ve yerel-merkezi idarenin ilk bir iki günkü müteselsil hatalarıyla yayılan, yayıldıkça başkalaşan, fırsat kollayanların da dahil olmasıyla belirgin şekilde mahiyet değiştirip şiddet yüklenen ve yönetilmesi zorlaşan bir kitlesel durum değil miydi bu yaşadıklarımız?
Birkaç ağacın sökülmesine itirazla başlayan Gezi eylemiyle, barikatların kurulup Molotofların atıldığı Gazi olaylarının aynı olduğunu kim söyleyebilir mutmain bir kalple?
Mesela Tunceli’de, Hatay’da fay hatları harekete geçsin, ölümler olsun diye ateşe 140 karakterlik benzin dökenlerin derdinin “saygı talebi” olduğuna kim inanır?
Yahut bizatihi Gezi’nin bileşenlerinin sadece çevreciler ve özel hayat savunucularından oluştuğuna?
Gezi’yi yamultmanın bedeli
Önce şunu görelim: Kırk benzemezi bir araya getiren tek şey Erdoğan düşmanlığıydı. Öyle “kendisini hiç sevmem ama halk seçti, n’apalım razı olacağız bir müddet” yahut “geldiği gibi gidecek” türünden bir muhalefet de değildi bu. Basbayağı ontolojik bir reddiyeydi, varlığına tahammülsüzlüktü.
Sömürgeci Batı’nın bütün ideolojik aygıtlarıyla yaydığı üstenci bakışı ve gizlenemeyen heyecanı; yerli oryantalistlerimizin huzursuz katkıları; büyük ve orta sınıf burjuvanın sınıf farklarını geçici bir süre kenara bırakıp “çapulcu”lukta eşitlenmesi; darbe umutları Silivri’ye gömülmüşlerin çaresizlikten yollara dökülmüşlüğü; medyanın ve siyasetin panik hataları; polisin ölçüsüz müdahalelerinin yol açtığı ölüm ve yaralanmaların Türkiye’yi “işte bakın burası bir diktatörlüktür” resmine hapsetmeye yeteceği zannedildi. Ama olmadı. Çıkışı hakiki olsa da sahnelenen mizansen tutmadı. Halen dinmeyen öfkenin arkasında da bu var. Ne “devrim” oldu sonuçta, ne “diktatör” gitti.
Hortumu fil zannetmek sadece gerçeği yamultmaz çünkü, sizi de yanıltır.
Çözüm Süreci’ne devam!
Elbette bu büyük kitlesel olayın toplumsal siyasal nedenlerine, tek tek insanları evlerinden çıkaran sebeplere bakmak, taleplere hassasiyetlere özen göstermek şarttır.
İncitici, ötekileştirici dil bir daha hiç kullanılmamak üzere terk edilmeli.
Gezi dolayısıyla yüceltilen Y kuşağına ve değişen topluma göre yeni bir siyaset üretmenin yolları aranmalı, bulunmalı ve hayata geçirilmeli.
Polisin ölçüyü aştığı noktalara ilişkin ciddi tedbirler alınmalı, tekrarın önüne geçilmeli.
Tamam ama bu talepleri, toplumsal huzursuzlukları giderecek olan siyaseti kim üretecek?
Yakın gelecekte muhalefetten bir fayda olmadığına göre bunu yapacak tek parti yine iktidar partisi.
Peki, AK Parti bunları yapamayacak bir parti midir?
10 yıllık icraatı göstermiştir ki, en temel meselelerde dahi devletin ve siyasetin paradigmalarını değiştirmiş, önemli mesafeler alınmasını sağlamış, en belirgin özelliği reformistliği olan bir parti AK Parti.
Bu sıkıntıyı da açılımlarla, demokratikleşme adımlarıyla aşmak boynunun borcu.
Makro alanda önemli işler başarıp okyanus geçip, mikro alanda bir avuç suda boğulması sadece kendisi için trajik olmakla kalmaz çünkü, Türkiye için de büyük kayıp olur. Bu da asla göze alınabilecek bir şey değildir.
Hele de, Gezi olayları dolayısıyla gündemden düşmüş gibi görünse de tüm zamanların en önemli ve öncelikli meselesi olan “Çözüm Süreci” tıkır tıkır işliyor iken.
Konsantrasyonu bozmamak, cenazesiz geçen şu kıymetli günleri kalıcılaştırmak için çabalamak lazım.
Birileri, kuyruğundan kulağından tutup adını “devrim” koydukları file güzelleme yazıyor, filin sahibinin kimliğini bilmiyor, sırtındakilerin ise çözüm sürecinin her daim karşısında olanlar olduklarını göremiyor olsa bile, süreç ilerlemeli.
Halen bir zücaciye dükkânındayız çünkü!