Almanya Müslüman nüfusundan mı nüfuzundan mı korkuyor?

Doç. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üniversitesi
6.10.2018

Federal Almanya kendini “dünyaya açık bir toplum” olmakla teselli etmeye çalışsa da halen neden marketlerde en çok satan ürünlerin “sağlıklı” ürünler değil de “bölgesel” ürünler olduğunu açıklayamaz. Belçika’dan gelen domatesleri bile satın almak istemeyen müşterilerden dünyaya açık bir toplum yaratmış olmakla ancak kendini kandırabilir.


Almanya Müslüman  nüfusundan mı nüfuzundan mı korkuyor?

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın artık sadece gövdesi kalmıştır. Weimer’da Anayasası “uygar” devletler tarafından dayatılan Almanya’ya İkinci Dünya Savaşı sonrasında hazır anayasa giydirilmiştir. Toplumun politik birliği Anayasa kavramında kendini buluyorsa bu anlamda bir anayasaya Federal Almanya Cumhuriyeti sahip değildir. Yani Federal Almanya kendini “dünyaya açık bir toplum” olmakla teselli etmeye çalışsa da halen neden marketlerde en çok satan ürünlerin “sağlıklı” ürünler değil de, “bölgesel” ürünler olduğunu açıklayamaz. Belçika’dan gelen domatesleri bile satın almak istemeyen müşterilerden dünyaya açık bir toplum yaratmış olmakla ancak kendinizi kandırabilir.

Dünya savaşı sonrası politik aklı, siz deyin ki hırsları, sınırlanan bir Almanya ancak gövde olarak hareket edebilmektedir. Bu gövdenin hareketlerini mümkün kılan ise politik değil, bürokratik-ekonomik akıldır. Bu nedenle ABD Alman gövdesinin, siz deyin ki ekonomisinin, ürettiği artı değerlere savunma harcamaları için el koymak istemektedir. NATO’daki tartışmayı başka türlü okumak sadece avutucu olabilir.

Alman gövdesini yakın zamanlara kadar ayakta tutan “püriten ahlak”ın sekülerleşmiş hali olan “Arbeiter/İşci” mitosudur. Vatanı için sonuna kadar çalışan sadece kendi işine konsantre olmuş fedakar adam. Bu adamlar savaş sonrasında birer “Waldgaenger” oldular. Yani kendi patikalarına kendilerini gönüllü olarak hapseden, “dudağını ısıran” entelektüeller. Kafasız gövde ise varlığını daha çok üreterek mümkün kılmaya çalıştı. Üretmek, Almanların tek ezberidir. Üretmek için akla ihtiyaçları yoktur. Nitekim akıl ile üretebilecekleri kreatif/yaratıcı alanlarda başarılı olamamaktadırlar. Orta sahada top dağıtan adamları bile yabancı kökenlilerden çıkmaktadır. Bilişim ekonomisinde elektroteknikten sonra ne hardware’e ne de software’e geçebilmiş değillerdir.

Siyasi heterodokslar

Dünya Savaşları sonrasında üretim gücünü koruyan Almanya ekonomik kalkınma adına ülkesini o zamana kadar alışık olmadığı tarzda yabancılara açmak zorunda kalmıştır. Aslında kendisi sadece Güney Avrupa’nın fakir bölgelerinden takviye istese de Soğuk Savaş şartlarında Sovyetlere kaptırılması tehlikeli bulunan Türkiye’ye de ABD’nin teşvikiyle açılmak zorunda kalmıştır. Kısa sürede Türkiye’den gelen siyasal olarak ana akıma dahil insanlara kapılarını kapatan Almanya, Kürtler ve Aleviler dahası son olarak da FETÖ’cüler gibi siyasi heterodokslarla nüfus açıklarını kapatmaya çalışmıştır. İltica/rica, Almanya’ya dahil olmanın tek meşru yolu haline gelmiştir. Bir nevi Almanya şimdilerde ancak “yalvarma hakkını” kullanan müteşekkirleri kabul etmektedir.

Son yıllardaki mülteci akınlarına karşı “melekvari” müşfik yaklaşımının temelde iki nedeni vardır; ilki gelenlerin müteşekkir olmasını istemektedir, ikincisi ise gelenlere gerçekten ekonomisini ayakta tutmak için ihtiyaç duymaktadır. Nüfus sorunu Avrupa’nın gelişmiş ekonomilerinin ortak sorunudur. İngiltere ve Fransa gibi bu sorununu eski sömürgelerindeki bizatihi kendi yarattıkları yaraları sarmak için kullanan ülkeler yeni mülteci akınına hiç sıcak bakmamaktadır. Fakat Almanya gibi sömürgeleri sınırlı olan ülkeler için Akdeniz’in güneyinden başka bir nüfus deposu yoktur. Türkiye dahil Akdeniz’in güneyinde yer alan ülkeleri açık birer “kamp” olarak gören ekonomik oryantalist bakış, nüfus sorunlarını halletmek için kontrollü göçe muhtaçtır.

Alman bürokrasisi göçle gelen mültecileri dil ve eğitim yoluyla iş hayatına nasıl entegre edeceği bilgi birikimine sahiptir. Bu konuda başarılı bir program da uygulamaktadırlar. Hatta kontrol edilebildiği kadarıyla gelenler, halihazırda çalışanları da çalışmaya motive etmektedir. Zira kapıda bekleyen işsiz göçmenler içeridekileri de işlerini kaybetme konusunda endişelendirmektedir. Panik yaratmayan endişe her zaman iyidir. Sınavlara bile endişeyle girdiğinizde ama panik yapmadığınızda başarılı olursunuz. Tamamen rahat olduğunuzda ya da panik yaptığınızda ise kaybedersiniz. Ülke ekonomisinde de benzer dengeler geçerlidir. İş hayatında kişinin kendi enerjisini ortaya çıkarması için de dengeyi bulmak zorundasınız. Bu nedenle gelenlerin nüfusu, Alman bürokrasisi için hiç sorun teşkil etmemektedir.

İki sorun alanı

Alman bürokratik-ekonomik aklı için göçmenlerle ilgili iki sorun alanı söz konusudur. İlki yakın tehlike yani nitelik sorunu. Göçmenlerin nitelikli olanlardan seçilmesi gerekmektedir. Bu nedenle kaynak ülkelerin muhalifleri ya da isyankarları nitelik ihtimalini yükseltmektedir. Nihayetinde isyan etmek bir özgüven meselesidir. Özgüveni olan adamı nitelikli kılabilirsiniz. Türkiye’den kaçan FETÖ’cülere gönüllü kucak açılmasının bir de bu tür bürokratik yönü vardır. Bu meselenin politik yönünün ise ABD kaynaklı olduğu ortadadır. ABD FETÖ’cüleri desteklemeyi bıraktığında Almanya için de suçluların iadesi gündeme gelecektir. Sabit bir suçu olmayan sempatizanlar Almanlar için yeteri kadar kazanç olacaktır.

Göçmenlerle alakalı uzak tehdit ise nüfuz sorunudur. Zira gelenlerin müteşekkir göçmenler olarak kalması ancak bir nesil sürmektedir. İkinci nesil yani orada doğup büyümüş olanlar öncelikle arada kalmışlığın felaketini yaşamaktadır. İki nesil süren bu fırtınayı atlatsanız bile asıl sorun o zaman başlamaktadır; dördüncü nesilden sonrakiler daha kamusal alanda görünür olmaktadır. Kamusal alana çıkmadan gelenlerin farklılıklarını törpülemek mümkün olmadıysa artık bir yaşam tarzı/leitkultur kavgası başlamış demektir. Bugün Avrupa’da Müslümanların en büyük sorunu yaşam tarzlarının farklı olması ile alakalıdır. Birleşik Avrupa hayalinin, siz deyin ki ona imparatorluk rüyasının, güçlü olduğu 90’lı yıllarda farklılıkların birlikteliği anlamlı bir çabaydı. Bu imparatorlukçu gelenek “ötekine karşı saygı”dan “kayıtsızlığa” kadar bir çok işe yaramayan “biraradalık” formülü üretmiştir. 2008 sonrasının devlete dönüşü de içeren ekonomik krizi artık imparatorlukların biraradalığıyla yetinmemekte ve “birlik” istemektedir. Ulus-devletin homojenlik iddiası kültüre de yansımaktadır. Alman kültürüne tabi bir Müslüman isteyenler iman ile kültürün ayrılığına dem vurmaktadır.

Alman bürokratik-ekonomik aklının istediği İslam, kültürel olarak ayıklanmış ve kurumsal anlamdaki performanslarıyla devletin uzanamadığı acıları kapatmaya yarayan bir enstrüman olmalıdır. Bu kıvama ulaşmadıkça İslam, artık bir güvenlik meselesidir. Bu nedenle Almanya İslam Konferansı’nın ev sahibi başpolis olan İçişleri Bakanıdır. Muhtemelen dini konuların güvenlik konusu olmasında Katolikler ve Protestanlar arasında yüzyıl süren savaşların da etkisi vardır. Fakat bugün için bile yeni bir dinle irtibat kurmak zorunda kalan Alman bürokrasisinin konuyu entegrasyon değil de güvenlik meselesi olarak görmesi dikkat çekicidir.

Uzak tehlike olarak İslam’ın en büyük riski evrensellik iddiası içine gizlenmiş olduğu düşünülen nüfuz arzusudur. Avrupa kültürü bir misyonerlik kültürü olduğundan Müslümanların da benzer bir nüfuz alanı kuracağından korkmaktadır. Oysa yaşam tarzının dışında Müslümanlar için bir misyonerlik türü yoktur. Dahası yaşam tarzının örnek gösterileceği Müslümanlardan da artık pek kalmamıştır. Seküler hayat Müslümanların yaşam tarzlarını bağlamından koparmıştır. Kalanların ise misyonerliği “bir tehdit değil bir tekliftir”. Oysa Avrupa misyonerliği bir tehdittir. Bu nedenle politik değil, dini nedenlerle yüzbinlerce insan katledilmiştir. Müslüman için ise politik yok edebilir ama din yaşatır, Avrupa anlayışında ise din öldürür, politik/uzlaşı yaşatır. Bu nedenle aslında bir nüfuz talebi olmayan Müslümanlar Avrupa aklı tarafından kendinden menkul bir şekilde tehlike olarak işaretlenmektedir.

Avrupa nüfuslarıyla ekonomiyi ayakta tutan Müslümanlar, nüfuz korkusundan dolayı dışlanmaktadır. Avrupa kültürünün Hıristiyani niteliğinden dem vuranlar Müslümanların Kur’an’a bağlı kalarak asla Avrupalaşamayacağını iddia etmektedir. Avrupalaşma dışında bir yaşam tarzının da katlanılabilir olduğu düşünülmemektedir. Fakat dine karşı histerilerinin arkasındaki Hıristiyani tutumu da görememektedirler. Bugün Avrupa sosyolojisinin ayrımcı ve dışlayıcı dilinin bizzat ürettiği Müslüman gençlerin radikalleşmesini de İslam’a yamamaktadırlar. Oysa aynı aşağılanma Avrupa’da Müslümanları radikalize ettiği gibi Polanyalıları ve Rusları da radikalize etmektedir. Yani oradaki sorun dini değil, sosyolojiktir.

Mümkün ayrıcalık

Müslümanların nüfusu hiç mi nüfuz yaratmayacaktır? Tabii ki bu soruya tamamen olumsuz yanıt vermek de mümkün değildir. Fakat iki bağlam bu nüfuzu sınırlamaktadır. Birincisi sekülerleşen yaşam tarzından Müslümanlar da beri değildir. Başörtülü olarak ötekileştirilenlerin birçoğu zihinsel olarak çoktan Avrupalı olmuştur. Ayrımcı ve dışlayıcı politikalar sadece onların da kendilerini dışarıda tutmalarını getirmektedir. Avrupa’da son yıllarda gerçekleşen terör eylemlerinin Müslüman faillerinin dini bir hayat tarzını yaşayanlardan değil, sosyolojik olarak dışlanan ve diskodan çıkmayanlardan oluşması boşuna değildir. İkinci olarak ise İslam zaten kendini tehdit ile değil, teklif ile sunar.  “Yahudi olmak” mümkün değildir, “Hıristiyan olmak” ise zorunluluktur. “Müslüman olmak” ise mümkün bir ayrıcalıktır, zorunluluk değildir. Böylesi bir zihinden “tercih hakkına saygı” çıkar, bir nüfuz kavgası çıkmaz.

Türk siyasetinin de anlaşılmayan boyutu burada yatmaktadır. Almanlara göre Erdoğan “İslamı araçsal olarak kullanan bir milliyetçidir”. Yani asıl gayesi Türklüğün nüfuz alanını Almanya’da yaygınlaştırmaya çalışan bir liderdir. Hayır, Erdoğan Köln Camisi’nde aşır okuyabildiği için şükreden bir Müslümandır. Türk dış politikasının ana direği de din değil, ekonomidir. Din ise şükrettiğimiz bir ayrıcalığımızdır. Almancaya bile çevirmekte zorlandığımız bir zihinsel durumla “Buyrun ben Müslümanım” deriz, ama “Müslüman olun” demeyiz. Müslümanların paradigması İslama çağrı üzerinedir, Müslümanlaştırma üzerine değildir.

@bunyaminbezci