Amerika ajanının peşinde değil

M. Taceddin Kutay Türk Alman Üniversitesi
6.10.2018

Can Dündar ve Enver Altaylı isimleri uzun bir süredir Batı basınında zikredilmekte. Erdoğan rejimi olarak adlandırdıkları yeni Türkiye’nin, söz konusu kimseleri, özellikle bir gazeteci olarak lanse ettikleri Dündar’ı sindirmek için uyguladığı bir zulümden bahseden söz konusu çevreler, Türkiye’nin ajanlık iddialarını ise hiç bir şekilde anlamaya yanaşmıyor.


Amerika ajanının peşinde değil

Buna karşın Batı kamuoyunun ajanlık mevzuuna hiç de yabancı olmadığı muhakkak. Batı medyası özellikle Rusya ile gerginleşen ilişkiler döneminde ajanlık meselesiyle çokça meşgul idi. Anna Chapman adı Amerikan ve İngiliz basını başta olmak üzere Batı kamuoyunu aylarca meşgul etmişti. Wikileaks skandalı ve Julian Assange ismi tüm dünyada uzun süre gündem oldu. Alman Şansölyesi Merkel Amerikan Ulusal Güvenlik Kurumu NSA tarafından yıllarca dinlendiğini öğrendiğinde ortaya koyduğu alıngan tavır dün gibi hatrımızda. “Dostlar birbirini dinlememelidir” demişti Merkel. Alman basını söz konusu dinleme skandalını aylarca konu etti. Dolayısıyla ajanlık mevzuunun Batı kamuoyu açısından Soğuk Savaş yıllarına mahsus bir başlık olduğunu ve bu konuda bir hassasiyet olmadığını, dolayısıyla Türkiye’yi anlamakta ve empati yapmakta zorlandıklarını iddia etmek katiyyen mümkün değil. Türkiye ile Batı arasında buna benzer bir sağırlar diyaloğu Rahip Brunson davasında da yaşanmakta. Amerika başta olmak üzere Batı Brunson davasını sürekli olarak bir din adamının yargılanması olarak okumakta ısrar etmekte. Konspiratif faaliyetlerde bulunan kimselerin göz önündeki kimliklerinin yegane aidiyetleri olduğunu kabul etmek elbette ciddi bir tutum değil. Dünya ajanlık tarihine adını yazdırmış olan Mata Hari, Vincennes Sarayı’nın bahçesinde kurşuna dizilirken hiç kimsenin aklına basit bir dansçının idam edildiği gelmemişti. Mata Hari görünürde basit bir egzotik dansçıydı oysa. Zira malumdur ki her ajan görünürde bir mesleğe sahiptir; asıl fonksiyou olan ajanlık ise kartviziti bastırılacak bir meslek değildir. Hal böyleyken Türkiye’nin çok ciddi bir tonla dile getirdiği ajanlık iddialarının nasıl olup da bir türlü makul endişe olarak yorumlanamadığı Batı ile aramızdaki ilişkilerin karakteri göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.

Ne işe yarar bu ajan?

Ajanlık tarihi ile alakalı yapılacak kaba taslak bir okuma bizlere ajanlık faaliyetinin üç temel fonksiyona sahip olabileceği gerçeğini gösterir. Özellikle Soğuk Savaş dönemi ajanları büyük oranda bilgi edinmek ve bunları belli merkezlere iletmekle meşguldü. Uzun yıllar Amerika’da SSCB namına ajanlık faaliyeti yürütmüş olan Julius&Ethel Rosenberg çifti bu cümleden faaliyetleri ile ön plana çıkmış ajanlara en tipik örnektir. Rosenberglerin ajanlık faaliyeti SSCB’nin atom bombasını geliştirmesine hizmet etmiş dolayısıyla Soğuk Savaş sert ve uzun geçmiştir. Stratejik önemi haiz bilgilerin taşınması Buna ilaveten iki temel fonksiyon daha karşımıza çıkar. Ajanlar faaliyet sahalarını iyi tanıyan, analiz yapan ve olası senaryolar hakkında mülahazalarını ortaya koyan kimseler olarak da karşımıza çıkıyor. Rudolf Abel ismi yalnız bilgi taşımayan, aynı zamanda analiz de yapan ve devlet politikasına bu analizler ile yön veren ajan tipine örnek teşkil ediyor. Mezkur ajanlık tipinin Soğuk Savaş dönemine nazaran önemini yitirdiği bir dönemde oluşumuz ajan denildiğinde yalnız bilgi getiren ve bunları analiz eden tipte bir ajan resmini göz önüne getirmememiz gerektiğini bizlere hatırlatıyor. Buna karşın operasyonel kabiliyetleri ile sahaya çıkan ve bulundukları bölgede faaliyet yürüten ajanlık tipinin önemi her dönemde olduğu kadar yüksek. Söz konusu ajan tipinden bilgi beklenmiyor, aksine bu kimseye bilgiler aktarılarak çeşitli operasyonlar yapması bekleniyor. Operasyonel kabiliyetten ve saha aktivasyonundan bahsederken yalnızca Lawrance tipi ajanlardan bahsetmediğimiz açık. Lawrance tipindeki bir ajanlık Rahip Brunson’un Türkiye’de ne gibi faaliyetler yürüttüğünü izah eder mahiyette olsa da, Can Dündar’ın ne gibi bir faaliyet yürüttüğünü anlamamızı sağlamıyor.

Zira Lawrance figürü gözümüzün önüne hemen bir ülkenin iyi yetişmiş bir elemanını başka bir ülkede istihdam etmesi tablosunu canlandırıyor. Oysa özellikle NATO bağlantılı ajanlık faaliyetleri büyük oranda devşirilmiş kimseler eli ile yürütülen bir bilgi alma ve operasyon faaliyeti olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik bu devşirme Rosenberg çifti örneğinde olduğu gibi ideolojik saikler ile de olmuyor; var olan hegemonyal bağlılık bu elemanları bir adanmışlık olmadan da devşirilebilir kılıyor. Can Dündar’ın basit bir Erdoğan nefreti ile bu noktaya savrulduğunu ve Amerikan bayrağına sarınarak uyuyacak, bunun resmini çekerek tüm dünyaya ilan edecek raddeye bu nefret ile geldiğini kabul etmek mümkün müdür? Aksine Dündar’ı bu noktaya savuran şey iliklerine işlemiş olan hegemonyal yatkınlık. Dündar bu yatkınlık ile ve uzun ikna süreçlerine ihtiyaç duyulmaksızın faaliyetlerini irtikap etti. Dündar’ın ajanlık tipi tam olarak operasyonel ajanlık tipine uyuyor. Kendisine servis edilen bir takım bilgiler ile sahada operasyon yapan ajan deyince aklımıza 007 James Bond’un geliyor olması “bu da ne biçim operasyon” dedirtiyor. Oysa Dündar Amerika’nın sahadaki tezlerini tahkim etmek, masada Türkiye’nin elini zayıflatmak için yapılabilecek en büyük denaeti yaptı. Cihatçıları donatan Türkiye tablosu, PYD’yi donatan Amerika tablosundan elbette daha ilginç bir tablo idi, bu tabloyu çizmek Dündar’a nasip oldu. Dündar’ın çizdiği tablo “Suriye’den çıkmayı düşünmüyoruz” diyen Amerikan yetkilisini anlamlandıracak kadar merkezi bir öneme sahip. NATO’ya böylesi büyük bir hizmeti 007 veremezdi.

Dündar’ın hiçbir kıymeti yok

Ne Rahip Brunson krizi ne de Can Dündar’ın sürekli olarak gündeme getirilmesi ve bu isimler üzerinden Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmak istenmesi bu kimselere verilen önemin bir göstergesi olarak karşımızda durmuyor. Brunson’a verilen kıymet bir noktaya kadar vatandaşlık bağı ve din adamı aidiyeti ile açıklanabilir; ancak meselenin asıl mahiyetini asla ortaya koymaz. Öte yandan Can Dündar’a Brunson kadar ehemmiyet verildiğini iddia etmek hiç de kolay değil. Amerika ve vassalları Türkiye’ye ajanlarının hukukunu muhafaza eder görünürken bir başka mesajı veriyorlar. Rahatsızlık bir başka rahatsızlık, talep bir başka talep. Düzeni değiştikçe alışılagelenden farklı ilişki tipleri ortaya çıkmaya başlayan dünyamız soğuk savaş yıllarının ilişki ve ittifak biçimini terk ediyor. Soğuk Savaş yıllarında iki kutuptan birisini temsil eden büyük devlet kendi ittifakına eklemlenenen devletleri tabii uzantısı olarak görme eğilimine sahipti. Burada bir ittifaktan değil, bir ittihattan söz etmek mümkündü. Sovyet ajanları Prag sokaklarında diledikleri gibi cirit atarken, Amerikan ajanları Berlin’de diledikleri cinayeti işlemekte idiler. Bu vassallık ilişkisi büyük devletin kendi paktında yer alan devletlerin egemenlik sınırlarını dilediği gibi yorumlayabileceği bir düzlemi ortaya koymakta idi. Oysa günümüz dünyasında asıl dönüşen şey bu ilişki. Amerika’nın bir türlü kabule yanaşmadığı dönüşüm bir dönem kendi vassalı olan devletlerin artık ortaklık paydasında Amerika ile yan yana yürüme talepleri. Amerika halen bir dönem vassalı olmuş ülkelerin topraklarını kendi faaliyet sahası olarak görmek istiyor. Rızasını almadan sınırlarına Jüpiter füzelerini yerleştirdiği ve rızasını almadan bu füzeleri tekrar geri çektiği Türkiye’nin reflekslerini talep ediyor Amerika. Amerika Türkiye’de bir ajanlık faaliyeti yürütülmediğini dile getirmiyor. Burada asıl sıkıntı yaratan Amerika’da faaliyet gösteren bir Amerikan ajanının nasıl olup da bir sıkıntı vesilesi olabildiği. Ne cüretle bir Amerikan ajanının Türkiye hudutlarına bir rahatsızlık vesilesi olabildiğini anlamlandıramayan Amerika, ajanının namusunun peşinde değil, aksine bir dönem sahip olduğu vassalının peşinde. Bu sebeptendir ki Amerika sürekli olarak dile getirilen ajanlık iddialarını ignore ediyor, hiç söylenmemiş gibi yapıyor. FETÖ’ye yönelik talepleri hangi kulakla dinliyorsa, Brunson mevzuundaki tezlerimizi de o kulakla dinliyor. Buna rağmen Türkiye Amerika’ya kitabın ortasından konuşmaya devam ediyor. Türkiye Amerika ile ilişkilerde bu bakımdan Almanya’nın çok ötesinde bir pozisyonda yer alıyor. Amerika’nın Almanya’daki casusluk faaliyetlerinin açığa çıkması ile birlikte Berlin’in ortaya koyduğu “Biraz alındık” refleksi tam olarak bir vassalın ortaya koyacağı bir refleksti. Almanya Soğuk Savaş dönemindeki bu zinciri hala kıramadığını bu hadisede gösterdiği reaksiyon ile ortaya koydu. Buna karşın Türkiye, Amerika ile arasındaki bu ilişki tipinin sona erdiğini iş üstünde yakaladığı ajanlarına karşı takındığı tavır ile dünyaya ilan ediyor. Yaşanan bunca karmaşa, savrulan bunca tehdit, ortaya konan bunca saygısızca tavır hep bu kavganın neticesi olarak karşımızda duruyor. Amerika bir ülkeden ajanını kurtararak prestijini kurtarmanın peşinde değil, Amerika yarattığı yıkılmaz dev imajı tahkim ettiği hegemonyanın zayıflamamasının peşinde. Oysa bu zayıflama yıkılmanın alameti. Azmettik, başaracağız.

@Taceddin_Kutay