Böyle övülür sultan

Prof. Dr. Haşim Şahin / Sakarya Üniversitesi
24.12.2021

Osmanlı kronikleri Orhan Gazi'yi "sultânü'l-guzât ve'l-mücâhidîn" (gazilerin ve mücahidlerin sultanı) şeklinde tarif ediyordu. İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed, dönemin tarihçisi Tursun Beğ'in eserine de ilham verecek olan "Ebu'l-Feth" yani Fethin Babası idi. Bununla birlikte onu asıl öne çıkaran "Zillulahi fi'l-arz" (Allah'ın yeryüzündeki gölgesi) unvanı oldu.


Böyle övülür sultan

Unvanlar ve lakablar kadim zamanlardan beri bir kimseyi tanımlamak ve belirli özelliklerini ortaya çıkarmak için tercih edilen etkili tanımlamalardan birisi olmuştur. Hz. Hamza ve Hz. Ali için kullanılan "Esedullah" (Allah'ın Arslanı), Halid b. Velid için kullanılan "Seyfullah" (Allah'ın kılıcı) İslam tarihinin erken dönemine dair en yaygın bilinen lakablardan sadece üçüdür.

Kudret ile orantılı

Genellikle övgü içeren ve muhatabını yüceltmek için kullanılan, Kaşgarlı Mahmud'un "at atamak" olarak tarif ettiği unvanlar, iktidar mensupları söz konusu olduğunda daha da farklı bir anlam kazanır. Herhangi bir sultanın, halifenin, devlet adamının unvan ve lakabı onun yüceliğini, kudretini, halk ve daha üst otorite sahibi karşısındaki eşsiz konumunu, kısacası pâyesini ortaya koyar. Unvanlar sadece siyasi gücün değil aynı zamanda toplum içinde hayır ve hasenat ile öne çıkmanın, "gök kubbede hoş bir sadâ bırakmanın", cömertliğin, dindarlığın, Hak katında kabul görmenin, ifadesi olarak görülür. Bazı halifelerin unvanlarının neredeyse yarım sayfayı bulduğu görülür. Bununla birlikte İslam tarihinin erken dönemlerinde kullanılan unvanlar daha sade iken, devletin sınırlarının genişlemesi neticesinde meydana gelen güç ve kudret ile orantılı olarak unvanın ihtişamının da arttığı anlaşılmaktadır.

Lakabların önemi zaman zaman bazı eserlerin ele aldığı konular içerisinde de yer almıştı. Mesela, Selçukluların kudretli veziri Nizamülmülk, meşhur Siyasetnâme'sinde ayrı bir bahis açmıştı. Ona göre ülkenin şereflerinden birisi lakabı korumak olduğunu, lakabların insanların statülerini belirtmesi, onu taşıyan adama ve onun mesleğine uygun olması gerektiğini belirtmiştir. Mesela, kadınların, imamların ve din âlimlerinin lakabları mecdü'd-din (dinin gücü), şerefü'l-İslam (İslam'ın şerefi), seyfü's-sünne (sünnetin kılıcı), zeynü'ş-şeri'a (şeriatın süsü), fahrü'l-ulemâ (alimlerin iftiharı); emir, devlet adamı ve ikta sahiplerinin lakabları ise seyfü'd-devle (devletin kılıcı), zâhirü'd-devle (devletin koruyucusu), cemâlü'd-devle (devletin cemâli), şemsü'd-devle (devletin güneşi) şeklinde olmalıydı. Yine, "Din" ve "İslam"lı lakablar âlimlere, "devlet" ve "mülk"lü lakablar ise hâcelere verilmeliydi. Burada sayılan lakabların çoğu devrin hakimi tarafından emrindeki bürokratlara verilen lakablardı. Ancak asıl olan ve iktidarın sembolleri arasında görülen bizzat sultanların kullandıkları lakablardı.

Türk tarihi boyunca hemen her hükümdarın bazı unvan ve lakablar taşıdıkları malumdur. Bu unvan ve lakablar hükümdarların hakimiyet alametleri arasındadır. Orta Asya'da İslamiyet öncesi dönemde kurulan Türk devletlerinde hükümdarların unvanlarının daha ziyade güç ve kudret ile ilişkilendirildiği görülmektedir. Göktürk ve Uygur devletlerinde kullanılan "Kök Tengri'de kut bolmış", "Ay Tengri'de kut bolmış" şeklindeki unvanlar buna verilebilecek güzel örneklerdir.

Meşruiyet makamı

İslamiyet'in kabulü ile birlikte unvanlar, bir çeşit meşruiyet makamı olarak kabul edilen Abbasi halifeleri tarafından verilmeye başlanmıştır. Halifeler dini ve dünyevi meşruiyet makamı olarak, kendi adlarına hutbe okuyan hükümdarlara güç ve kudreti simgeleyen unvanlar vermişlerdir. Hindistan alt kıtasına yaptığı akınlarda kazandığı başarılar sayesinde yaşadığı dönemde gaza fikrinin en kudretli ismi haline gelmiş Gazneli Sultan Mahmud'a devrin Abbasi Halifesi el-Kadir Billah tarafından verilen unvanlar, yeminü'd-devle (devletin uğuru), zâhirü'd-devle (devletin yardımcısı), muînü halifetullah (Allah'ın Halifesinin destekçisi), melikü'ş-şark ve Sin (Doğu'nun ve Çin'in sultanı) ve emînü'l-mille (dinin güvenilir şahsiyeti) lakabları verilmişti. Görüldüğü üzere bu unvanlar hem Halife'nin bu güçlü hükümdar karşısında, asıl tasdik makamının kendisi olduğunu vurgulayan bir tavır anlamına geldiği gibi, Sultan Mahmud açısından da ettiği başarılar sayesinde İslam dünyasının en önde gelen, güç ve kudret sahibi hükümdar olarak kabul görme arzusunun bir tezahürüydü. Bu beklenti ve elde edilen siyasi kudret yahut dini başarılar ile orantılı olarak verilen/talep edilen unvanlar sonraki İslam hükümdarları tarafından da sürdürüldü. Selçuklular devrinde pek çok hükümdara es-sultânü'lâzâm (en yüce sultan), es-sultanü'l-muazzâm (kudretli sultan), şâhanşâh (şahlar şahı), el-melikü'l-mülûk (meliklerin meliki) gibi unvan ve lakablar verildi.

Sultânü'l-mağrib ve'l-meşrık

Büyük Selçuklular devrinde en ihtişamlı unvan hiç şüphesiz Abbasi Halifesi el-Kaim Bi-emrillah tarafından Sultan Tuğrul Bey'e verilen daha pek çok unvan ile birlikte verilen "sultânü'l-mağrib ve'l-meşrık" (Doğu'nun ve Batı'nın sultanı) unvanıydı. Tuğrul Bey, Nişabur'u ele geçirdiği dönemden itibaren zaten "el-melikü'l-muazzam" (büyük sultan) unvanıyla kendi adına hutbe okutmaktaydı. Ancak bu unvan Horasan çöllerinde yaşam mücadelesi veren bir ailenin mensubu olarak Tuğrul Bey'in Selçukluları getirdiği konumu açıkça ortaya koyduğu gibi, en yüksek dini otorite makamı olan Halifelik kurumunun "dünyevi" iktidarı artık Türklere devrettiğinin de somut bir ifadesiydi. Tuğrul Bey, artık Doğu'da ve Batı'da yaşayan bütün Müslümanların hâmisi, aynı zamanda kadim uygarlıklardan beri "Doğu ve Batı"yı temsil eden ve çift başlı kartal motifi ile sembolleştirilen cihan hakimiyeti mefkuresinin hayat bulmuş haliydi. Ağabeyi Çağrı Bey ise melikü'l-mülûk (hükümdarlar hükümdarı) ve el-melîkü'l-mansur (muzaffer hükümdar) lakablarını kullanmıştı. 1064 yılında Ani'yi fethettikten sonra "Ebu'l-Feth" (fethin babası) lakabını alan Sultan Alp Arslan da yine "melikü'l-Arab ve'l-Acem" (Arapların ve Acemlerin hükümdarı), "seyyidü mülûki'l-ümem" (milletlerin hükümdarlarının efendisi), "sultânu diyâri'l-müslimin" (İslam ülkelerinin sultanı); onun oğlu ve Selçukluların en kudretli hükümdarı Melikşah ise "kâsîmü emiri'l-mü'minîn" (halifenin ortağı), "celâlü'd-devle ve'd-din" (din ve devletin ulusu) başta olmak üzere pek çok yüceltici unvan kullanmıştı. "Halifenin Ortağı" unvanı ise artık Bağdad'a hükmeden ve Halife ile kızını evlendiren sultanın ulaştığı kudreti açıkça ortaya koyuyordu. Melikşah'ın oğulları Berkyaruk ve Muhammed Tapar tarafından da benzer unvanlar kullanıldı. Büyük Selçuklular'ın son hükümdarı Sencer'in kullandığı "Hüdavend-i İslam" (cihan padişahı) melikü'l-İslam ve'l-Müslimin (İslam'ın ve Müslümanların hükümdarı), "seyyid-i selâtini'l-Arab ve'l-Acem (Arap ve Fars hükümdarlarının efendisi) gibi unvanlar Selçuklu hükümdarlarının sahip oldukları ihtişamın açık bir ifadesi olsa gerektir.

Dünyanın mâh-ı şerefi

Unvan ve lakab ile ilintili olarak güç ve kudretin ulaştığı noktanın konumu Türkiye Selçuklu döneminde de gerek kaynaklarda gerekse bazı vakfiyelerde açık bir şekilde belirtilmişti. Mesela, Sultan I. İzzeddin Keykâvus'un Sivas Dârüşşifâsı Vakfiyesi'nde sultan şu şekilde tarif ediliyordu: Sultan-ı Âzam, Şehinşâh-ı Muazzâm, ümmetlerinin kullarının mâliki, Arap ve Acem sultanlarının efendisi, cihân meliklerinin, Allah'ın arzının sultanı ve kullarının reisi, ülkelerin koruyucusu, halifelerin yardımcısı, din ve dünyanın mâh-ı şerefi, İslâm'ın ve Müslümanların sığınağı, hükümdarların ve sultanların dayanağı, dünyada adaleti ihyâ eden, zâlimlerden mazlumların intikâmını alan, gâzilerin, mücâhidlerin sığınağı bulunan; kâfirleri, müşrikleri katleden; dinsizleri, dinden dönenleri ortadan kaldıran, serkeşleri, dik kafalıları, bütün azgınları ezen ve tepeleyen, kara ve denizlerin sultanı, Selçuk Oğulları'nın baş tâcı ve daha bir çok vasıfları olan Ebu'l-feth Sultân Keykâvus b. Şehid Sultan Keyhüsrev b. Sultan Kılıç Arslan". Selçuklular'a altın çağını yaşatan I. Keykubad'ın lakâbı ise "Alâü'd-din" (dini yücelten) idi. Dönemin diğer önemli hükümdarları olup, bilhassa Haçlılara karşı yaptıkları başarılı mücadele ile tanınan Zengi hükümdarı Mahmud'un lakabı "Nure'd-dîn" (dinin ışığı), Kudüs fatihi Yusuf'un lakabı ise Selâhaddin (dinin kurtarıcısı) idi. Sonuncusunun gerçek adı zamanla unutulmuş, hafızalara Selahaddin Eyyubi ismi yerleşmişti.

Zillullahi fi'l-arz

Lakab ve unvan ile elde edilen prestijin, Türk-İslam tarihinin en kudretli devleti olan Osmanlılar devrinde de devam ettiği malumdur. Osmanlı padişahlarının kullandığı "padişah-ı İslam", "Sultanü'l-İslam", "Cündü'l-İslam" gibi lakab ve unvanlar, selefleri gibi onların da dindarlıklarına, İslam için yapmış oldukları hizmet ve gayretlere, aynı zamanda diğer İslam hükümdarları içerisinde onları daha ön plana çıkmaları gerektiğine dair bir göndermeydi. Osmanlıların kurulduğu dönemden itibaren uc bölgesinde gaza ve cihad düşüncesinin en somut temsilcisi olan Osmanlı padişahları "gazi" unvanını kullanmışlardı. Osmanlı kronikleri Orhan Gazi'yi "sultânü'l-guzât ve'l-mücâhidîn" (gazilerin ve mücahidlerin sultanı) şeklinde tarif ediyorlardı. İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed, dönemin tarihçisi Tursun Beğ'in eserine de ilham verecek olan "Ebu'l-Feth" yani Fethin Babası idi. Bununla birlikte onu asıl öne çıkaran "Zillulahi fi'l-arz" (Allah'ın yeryüzündeki gölgesi) unvanı oldu. İstanbul'u fethettikten sonra "kayser-i Rûm" (Roma İmparatoru) lakabını kullanan Fatih, aynı zamanda Allah'ın adaletinin yeryüzündeki uygulayıcısı olduğunu da "zillullahi fi'l-arz" unvanını kullanmak suretiyle gösteriyordu.

İhtişamlı devrin en kudretli hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa kralı I. François'e yazdığı mektubunda kullandığı lakablar silsilesi Osmanlı padişahlarının ulaştıkları kudretin, kendilerini gördükleri makâmın ve temsil gücünün en somut ifadesiydi: "...Ben ki; sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç veren, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Karaman'ın ve Rum'un ve Dulkadir Vilayeti'nin ve Diyarbakır'ın ve Kürdistan ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dahi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han'ın torunu, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım. Sen ki; Françe vilayetinin Kralı Fransuva'sın". Görüldüğü üzere Kanuni Sultan Süleyman bu mektubunda hem atalarının başarılarıyla övünüyor hem de kendi iktidarının dünyada adaleti sağlamak üzere "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olduğunu belirterek, büyük dedesi Fatih Sultan Mehmed'in başlattığı geleneği güçlü bir şekilde sürdürdüğünü açıkça beyan ediyordu.

Yine, Osmanlı padişahlarının kullandığı "mehdi-yi zaman", "sahib-kıran" gibi lakablar da Osmanlıların ulaştığı kudretin padişahların şahsına indirgenmiş somut birer örneğiydi. Tüm bu lakablar ve unvanlar, diğer Müslüman devletler yahut Avrupalı devletler karşısında takınmış oldukları tavırlar, siyasi semboller üzerinden yapılan göndermeler, elbette İstanbul'un fethinden sonra Türk, Arap, Acem ve Roma yönetim geleneklerini bünyesinde barındıran ihtişamlı bir devletin yaşadığı haklı gururun bir nişanesiydi. Nitekim Feridun Bey'in Münşeâtü's-Selâtin isimli eserinde Osmanlı padişahlarını kadim dönemin büyük hükümdarları Feridun, Dârâ, Keyhüsrev, Cemşid, Büyük İskender ile eşdeğer görmesi de bu düşüncenin Osmanlı literatürüne yansımasıydı.

[email protected]