Trump'ın “Türkiye, NATO için büyük bir değer” ifadesi, yeni algının yansımasıdır. Erdoğan'ın ise “ilişkilerimizi güven ve karşılıklı saygı temelinde yeniden inşa etme iradesi” vurgusu, Türkiye'nin kararlı ama diyaloğa açık diplomasi çizgisini göstermektedir. Bu iki tutumun kesiştiği yer, aslında 21. yüzyılın yeni müttefiklik paradigmasıdır: Baskı yerine iş birliği, yaptırım yerine karşılıklı kazanç.
Cihad İslam Yılmaz/ GÜVENSAM Genel Koordinatörü
Geçtiğimiz haftalarda Beyaz Saray'da gerçekleştirilen son Erdoğan–Trump zirvesi, yalnızca iki liderin bir araya gelmesinden ibaret bir diplomatik temas değildir. Bu buluşma, Türkiye–ABD ilişkilerinde uzun süredir biriken stratejik gerginliklerin ardından yeni bir diyalog döneminin kapısını aralayan sembolik bir dönüm noktası olarak dikkat çekmektedir. Zirve, iki ülke arasında son yıllarda yaşanan CAATSA yaptırımları, F-35 programından çıkarılma ve S-400 gerilimi gibi kronik sorunların yeniden değerlendirildiği; tarafların "karşılıklı güven" ve "stratejik ortaklık" kavramlarını yeniden tanımlama fırsatı bulduğu bir platform olmuştur.
Türkiye açısından bu görüşmenin anlamı, diplomatik normalleşmenin ötesindedir. Çünkü Ankara'nın dış politika vizyonu, artık sadece bölgesel çıkarlarla sınırlı değildir; Türkiye kendisini, enerji koridorlarından güvenlik mimarisine kadar uzanan geniş bir coğrafyada denge kurucu ve düzen şekillendirici bir aktör olarak konumlandırmaktadır. Dolayısıyla Washington ile yeniden tesis edilecek güven temelli bir ilişki, sadece iki ülkenin değil, Atlantik İttifakı'nın genel stratejik yönelimini de etkileyebilecek potansiyele sahiptir.
Bu tablo, Türkiye'nin son yıllarda izlediği bağımsız savunma ve dış politika çizgisinin Batı sisteminden kopmak anlamına gelmediğini; aksine, karşılıklı saygıya dayalı yeni bir ortaklık biçimi inşa etme arayışının yansıması olduğunu göstermektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın diplomatik önceliği, Türkiye'nin ne Doğu'ya ne de Batı'ya "tam bağımlı" bir çizgiye sürüklenmeden, kendi güvenlik ihtiyaçlarını önceleyen çok eksenli bir dış politika anlayışını kalıcılaştırmaktır.
Trump'ın ikinci döneminde dile getirdiği "müttefiklerle sorunları karşılıklı kazanç temelinde çözme" yaklaşımı, Türkiye açısından bir fırsat penceresi yaratmaktadır. ABD'nin yeniden şekillenen küresel stratejisi Türkiye'yi yeniden vazgeçilmez bir ortak haline getirmiştir. Bu durum, Erdoğan–Trump zirvesine yüklenen anlamı daha da büyütmektedir.
Bugün gelinen noktada, Ankara'nın beklentisi sadece yaptırımların kaldırılması ya da F-35 programına yeniden dahil olmak değildir. Asıl mesele, Türkiye'nin uzun vadeli güvenlik mimarisi içinde teknolojik, askeri ve diplomatik özerkliğini koruyarak Batı ittifakıyla uyumlu bir pozisyon alabilmesidir. Türkiye'nin hem ulusal çıkarlarını koruyan hem de transatlantik dengelere katkı sunan bir ortaklık modelinin temelleri bu görüşmede atılmıştır.
Tarihsel arka plan: Bir müttefikliğin zorlu yılları
Türkiye–ABD ilişkileri, Soğuk Savaş'tan bu yana ittifak kavramının sınandığı en uzun soluklu örneklerden biridir. Ancak bu ilişkinin doğası, her dönemde farklı bir gerilim ekseni üzerinde şekillenmiştir. Soğuk Savaş döneminde güvenlik temelli, 1990'larda demokrasi ve insan hakları vurgulu, 2000'ler sonrasında ise karşılıklı stratejik bağımlılık ve bölgesel çıkar dengesi üzerine inşa edilen bir ortaklık biçimi öne çıkmıştır. Fakat bu ilişki, son on yılda yaşanan kırılmalarla birlikte yeniden tanımlanma ihtiyacıyla karşı karşıya kalmıştır.
Bu kırılmaların en belirgin noktası, hiç kuşkusuz 2017–2020 arası S-400 ve CAATSA krizi olmuştur. Türkiye'nin kendi hava savunma ihtiyaçlarını karşılamak üzere Rusya'dan S-400 sistemini satın alması, Washington'da bir "stratejik kopuş" olarak algılanmıştır. Bu adım, ABD Kongresi tarafından 2017'de kabul edilen Countering America's Adversaries Through Sanctions Act (CAATSA) çerçevesinde Türkiye'ye yaptırım uygulanmasının önünü açmıştır. Aralık 2020'de yürürlüğe giren yaptırımlar, Savunma Sanayii Başkanlığı (SSB) ve bazı Türk yetkilileri doğrudan hedef almış; bu durum, Türkiye'nin savunma tedarik zincirine önemli sınırlamalar getirmiştir.
Ne var ki bu gelişme, sadece teknik bir anlaşmazlık değil, güven ekseninde derin bir kırılma anlamına gelmiştir. ABD açısından bu, NATO'nun savunma sistemleriyle uyumsuz bir Rus platformunun ittifak içinde yer alması sorunu olarak görülürken; Türkiye açısından mesele, egemenlik hakkının bir gereği ve milli savunma kapasitesini çeşitlendirme stratejisinin doğal sonucu olarak değerlendirilmiştir. Bu farklı bakış açıları, uzun yıllardır süregelen müttefiklik hukukunun sınırlarını zorlamıştır.
CAATSA yaptırımlarının hemen ardından gelen ikinci büyük kırılma, Türkiye'nin F-35 Müşterek Taarruz Uçağı Programı'ndan çıkarılması olmuştur. Türkiye, programa 2002 yılında katılmış, üretim sürecinde 900'den fazla parça üretme hakkı elde etmiş ve yaklaşık 1,4 milyar dolar ön ödeme yapmıştır. Buna rağmen, ABD Savunma Bakanlığı 2019 yılında Türkiye'nin programdaki rolünü askıya almış, Türk pilotlarının eğitim süreci durdurulmuş ve teslim edilmesi planlanan 6 F-35 uçağı Arizona'daki üslerde bekletilmiştir.
Bu karar, ittifakın ruhuna dair bir sorgulama olarak görülmüştür. Türkiye açısından F-35, bir hava aracı olmanın ötesinde, Batı savunma teknolojilerine entegrasyonun simgesiydi. Dolayısıyla programdan dışlanmak, Ankara'nın stratejik özerkliğe yönelme eğilimini hızlandırmış; bu durum, yerli savunma sanayiinde ciddi bir teknolojik seferberliğe yol açmıştır. Bayraktar TB2, Akıncı, Kızılelma ve Milli Muharip Uçak KAAN gibi projelerin hızla ilerlemesi, bu dönemde yaşanan kısıtlamaların bir anlamda "yerli dönüşüm katalizörü" haline geldiğini göstermektedir.
Ancak tüm bu gelişmelere rağmen, Türkiye–ABD ilişkilerinin temelleri hiçbir zaman tamamen kopmamıştır. NATO çerçevesinde yürütülen operasyonlar, Karadeniz güvenliği, terörle mücadele ve enerji arz güvenliği gibi konularda karşılıklı çıkarlar sürmüştür. Özellikle 2023 sonrası dönemde yaşanan küresel kırılmalar Washington'un Ankara'ya olan ihtiyacını daha görünür hale getirmiştir.
Trump'ın ikinci döneminde Türkiye'ye yönelik söylemini yumuşatması, "yaptırımlardan ziyade diyalog" ilkesini öne çıkarması, bu yeni sürecin öncülü olmuştur. Erdoğan'ın ise her fırsatta "stratejik ortaklık" kavramını vurgulaması, iki başkent arasında yeniden bir rasyonel zemin arayışının başladığına işaret etmektedir.
Stratejik dengeler: CAATSA'nın kalkması ve F-35 dosyasının yeniden açılması
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump arasında gerçekleştirilen son görüşmede ele alınan temel başlıklardan biri, hiç kuşkusuz CAATSA yaptırımlarının kaldırılması ve Türkiye'nin F-35 programına yeniden dahil edilmesi olasılığıdır. Bu iki konu, hem sembolik hem de somut düzeyde, Türkiye'nin uluslararası savunma mimarisi içindeki yerini belirleyecek kadar derin etkilere sahiptir.
CAATSA yaptırımlarının kalkması, öncelikle Türkiye'nin savunma sanayii üzerindeki finansal ve teknolojik kısıtların hafiflemesi anlamına gelecektir. 2020'den bu yana uygulanan yaptırımlar, Türk savunma şirketlerinin uluslararası kredi erişimini zorlaştırmış, ABD menşeli parçaların tedarikinde gecikmelere yol açmış ve NATO standardı sistemlerle entegrasyonu sınırlamıştır. Bu durum, Türkiye'yi yerli üretim projelerine yöneltmiş, ancak aynı zamanda Batı pazarına erişim konusunda geçici bir daralma yaratmıştır.
Yaptırımların kaldırılması, yalnızca ekonomik bir rahatlama değil; aynı zamanda ittifak içi teknik uyumun yeniden tesis edilmesi anlamına gelecektir. Bu, Türkiye'nin NATO operasyonlarına daha aktif katılımını kolaylaştıracak, savunma sanayii ürünlerinin uluslararası sertifikasyon süreçlerini hızlandıracaktır.
F-35 programına dönüş ise, Türkiye açısından çok katmanlı bir stratejik değere sahiptir. İlk olarak, bu program Türkiye'nin beşinci nesil savaş uçağı teknolojisiyle yeniden bütünleşmesini sağlayacaktır. F-35, yalnızca bir savaş uçağı değil, veri paylaşımı, radar görünmezliği ve ağ-merkezli savaş doktrini açısından bir "geleceğin savaş platformu" olarak görülmektedir. Türkiye'nin bu sisteme yeniden dahil olması, ülkenin hava kuvvetlerine caydırıcılık ve operasyonel üstünlük kazandıracak; aynı zamanda Doğu Akdeniz ve Ege'de denge unsuru olarak elini güçlendirecektir.
İkinci olarak, F-35 programı yalnızca askeri değil, ekonomik bir ortaklık alanıdır. Türkiye, programın üretim sürecine entegre olduğunda, 10 farklı savunma sanayii firmasının alt sistem üretiminde pay sahibi olmuştu. Yeniden katılım, bu firmalar için hem istihdam hem de teknoloji transferi anlamına gelecektir. Bu da Türkiye'nin savunma sanayiini, sadece iç pazar için değil, küresel üretim zincirinin bir parçası haline getirebilir.
Bu süreçte dikkat çekici olan, Türkiye'nin artık "talep eden" değil, oyunun kurallarını etkileyen bir aktör konumuna gelmiş olmasıdır. Suriye'de, Karadeniz'de ve Kafkasya'da izlenen etkin dış politika çizgisi, Türkiye'yi yalnızca bölgesel değil, küresel güvenlik denkleminde de belirleyici kılmıştır. Washington, bu gerçekliği göz ardı edememektedir.
Zirve sonrası yapılan açıklamalarda Trump'ın "Türkiye, NATO için büyük bir değer" ifadesi, bu yeni algının yansımasıdır. Erdoğan'ın ise "ilişkilerimizi güven ve karşılıklı saygı temelinde yeniden inşa etme iradesi" vurgusu, Türkiye'nin kararlı ama diyaloğa açık diplomasi çizgisini göstermektedir. Bu iki tutumun kesiştiği yer, aslında 21. yüzyılın yeni müttefiklik paradigmasıdır: Baskı yerine iş birliği, yaptırım yerine karşılıklı kazanç.
Diplomasinin yeni dili: Liderler arası güven ve stratejik iletişim
Modern uluslararası ilişkilerde diplomasi, artık yalnızca kurumlar arası müzakerelerin değil, aynı zamanda liderler arası doğrudan iletişimin belirleyici olduğu bir alandır. Devletlerin dış politika yönelimleri, büyük ölçüde liderlerin kişisel algıları, siyasi vizyonları ve birbirleriyle kurdukları güven ilişkisi üzerinden şekillenmektedir. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump arasındaki etkileşim, klasik diplomasi anlayışının ötesine geçerek, "lider diplomasisi"nin etkin bir örneği olarak öne çıkmaktadır.
Erdoğan ve Trump arasındaki iletişimin temelinde, karşılıklı bir pragmatizm ve kişisel saygı bulunmaktadır. Trump'ın "Erdoğan'ı güçlü bir lider olarak görüyorum" ifadesi, onun Türkiye'ye yaklaşımında ideolojik ön yargılardan ziyade güç ve kararlılık kavramlarını merkeze aldığını göstermektedir. Bu yaklaşım, iki lider arasındaki temasların kişisel bir güven zemini üzerinde ilerlemesini sağlamıştır. Erdoğan'ın dış politika vizyonu ise, kişisel ilişkilerin stratejik sonuçlara dönüşebileceği gerçeğini çok iyi okuyan bir "aktif lider diplomasisi" modeline dayanmaktadır.
Lider diplomasisinin bu kadar öne çıkmasının arkasında, çağımızın hızla değişen uluslararası düzeni yatmaktadır. Küresel sistemin merkezinde artık çok kutupluluk, belirsizlik ve güç rekabeti vardır. Bu ortamda kurumsal mekanizmalar çoğu zaman yavaş işlerken, liderler arası doğrudan temaslar krizlerin yönetilmesinde hızlı, esnek ve sonuç odaklı bir araç haline gelmiştir. Erdoğan–Trump ilişkisi de bu dinamiği doğrular niteliktedir: İki liderin doğrudan iletişim kanallarını açık tutması, zaman zaman bürokratik engelleri aşarak stratejik sorunlarda ilerleme kaydedilmesini mümkün kılmıştır.