Ekonomik kriz ve modernliğin mahkemesi

Prof. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
14.01.2022

Ekonomik durumla ilgili gelecek ne gösterir bilemem ancak dünyanın hali eğer daha kötüye doğru gidiyorsa modernliğin ve modernliğin dayandığı insanın ilerlemesi ve mutluluğu fikriyle entellektüellerin tekrar tekrar yüzleşmesi kaçınılmaz hale gelecek demektir.


Ekonomik kriz ve modernliğin mahkemesi

Son günlerde pandeminin sebep olduğu dünya çapındaki ekonomik krizin kolay kolay geçmeyeceği, yeni ekonomik dalgalanmalara sebep olabileceği, alım gücünün gittikçe düşeceği ve Türkiye'nin de bu krizden nasibini alacağı medyada ve başka platformlarda sıkça konuşuluyor. Gelecekte ne olacağını bilemem. Zira ünlü sosyolog Zygmund Bauman'ın da dediği gibi sosyolog geleceğe ilişkin kehanetlerde bulunmamalıdır- söz gelimi Marx gibi kehanetlerde bulunduğunda bu kehanetlerin Lenin ve Stalin gibilerinin elinde ne gibi felaketlere yol açtığı herkesin malumudur. İktisatın, tıpkı sosyolojinin olduğu üzere fizik bilimler gibi bir bilim olmadığını düşündüğüm için de ekonominin genel geçer yasalarının bulunabileceği kanaatinde değilim. Dolayısıyla ekonomik durumla ilgili gelecek ne gösterir bilemem ancak dünyanın hali eğer daha kötüye doğru gidiyorsa modernliğin ve modernliğin dayandığı insanın ilerlemesi ve mutluluğu fikriyle entellektüellerin tekrar tekrar yüzleşmesi kaçınılmaz hale gelecek demektir. Bu yüzleşme Batı düşüncesinin soldan ve sağdan entellektüelleri tarafından zaten sıkça yapıldı. Bununla birlikte söz konusu yüzleşmeye rağmen Batı modernliği, ilerleme, değişme, gelişme ve mükemmelleşme fikirlerini terk etmeye yeltenmedi.

İlerleme-mutluluk denklemi

Ekonomik refahın, bilimsel teknolojik gelişmenin insanı daha mutlu kılacağına dair inanç hala yeterince güçlüdür. Bu konuda modernliğin taraftarları tamamen haksızdırlar da diyemeyiz. Dünya çağında kimi verilere bakıldığında son elli yılda insanların yaşam standartları konusunda kayda değer "gelişme"lerin olduğu bir açıdan kabul edilebilir. Söz gelimi insan ömrü ortalamasının otuzdan yetmişe çıktığı, savaşlarda ölen insan sayısının nispeten azaldığı, yoksullukla kısmen de olsa mücadele edildiği, hatta yoksul ülkelerdeki insanların zengin ülkelerdekine oranla daha hızlı zenginleştiği, uluslararası etkileşim, iletişim ve ulaşım ağının arttığı, sağlık konusunda ciddi ilerlemelerin kat edildiği ve pek çok hastalıkla baş etmenin mümkün olduğu, bebek ölümlerinin bir hayli azaltıldığı, barış döneminin dünya tarihindeki seyrine nispeten uzunca bir süredir sürdüğü, dünyadaki kapalı toplumların azaldığı ve demokratikleşmenin arttığı, serbest ticaretin hızla yayıldığı, eğitim düzeyinin gittikçe yükseldiği ve kadınlarla dezavantajlı grupların daha fazla eğitim ve iş hayatına katılabildiği, cinsiyet eşitliğinin arttığı, bilimsel buluşların şaşırtıcı bir şekilde hızlandığı, insan haklarıyla ilgili kazanımların çoğaldığı bir dönemde yaşadığımızı söyleyebiliriz. Daha zengin bir dünyanın çevre sorunlarıyla daha iyi başa çıkacağı, eğitim ve sağlıkla ilgili daha fazla iyileştirme yapacağı da ilerleme taraftarlarınca kabul edilen argümanlar arasındadır.

Ancak şu sorunun cevabı hala tam olarak verilmiş değildir: "İlerledikçe daha mutlu ve iyi hale mi geliyoruz yoksa daha mutsuz ve kötü mü?" Belki eskiyle kıyasladığımızda görece barış ve refah dolu bir çağda yaşadığımız doğrudur ancak ilerlemeye ve insanın mutluluğunun arttığına, yani iyimser bir felsefeye inanarak bir Polyanna gülümsemesiyle evime doğru giderken, hiç tanımadığım birisinin bir kılıç darbesiyle başım gövdemden ayrılabiliyorsa yukarıdaki sorunun cevabını iyice düşünmek gerekir derim. İnsanlığın önünde geçmişte olduğu gibi şimdi de çetin meseleler var ve bu meseleler bizi derin düşünmeye zorluyorlar. Bir alanda gelişme sağlanırken başka bir alanda gerileme ve yıkım gerçekleşiyor mu diye mutlaka kendimize sormak zorundayız. Atomun parçalanışını büyük bir bilimsel ve teknolojik buluş diye kutlarken, milyonlarca insanı ölüme götüren atom bombasını nasıl değerlendirmeliyiz?

Milyarderler doymak bilmez

Bütün bu gelişmişlik düzeyine eşlik eden iklim değişikliği, olası bir nükleer savaş tehdidi, bilginin cehalete galip gelememesi ve köktendincilik, terör, kötülüğün ve şiddetin sürmesi, ekonomik kriz ve bunalımlar, depresyon ve maneviyatın kaybı, taciz ve tecavüzün artışı, pedofili, çocuk yapma sayısındaki düşüş, salgın hastalıklar ve sonrasında gelen otoriter yönetimler vs. bu derin düşünme ihtiyacının sebepleri arasında sayılabilir. Yoksulluk ortadan kaldırılsa da "yeterince şeye sahip olamadığın hissi"ni ortadan kaldırmak mümkün değildir ve bu yüzden milyarderler hiçbir zaman doymak bilmezler.

Ülkemizdeki pandemi nedenli ekonomik krizin ertesi hükümet asgari ücret, emekli ve memur maaşlarına ciddi oranda zam yaptı ve kişilerin ekonomik alım gücünü arttırmayı denedi. Normal şartlarda bu zam refah içinde yaşamak için yeterli gelebilirdi fakat az önce sözünü ettiğim his, yani yeterince şeye sahip olamadığın hissi, zam üstüne zam yapan girişimcinin sürekli olarak teyakkuzda olmasına sebep oluyor. Kârdan vazgeçmek bir yana fırsattan istifade daha fazla kar elde etme hırsı, stokçuların mal tedarikini zorlaştırarak fiyatları yükseltmeleri düşük ücretlilerin belini büküyor. Yani ücretlerin yükselmesi yine de çözüm olmuyor olamıyor.

İnsan ruhunun ikilemlerinin, para hırsının, çalma, yalan, riyakarlık ve günah işleme arzusunun politik eylemle (buna ekonomiyi bir merkezden hareketle toptan düzenleme arzusu da dahildir) giderilebileceğine dair inanç ideologların inancıdır ve görünen o ki bu ideologlar ideolojileriyle insanlığı felaketlere sürüklemişlerdir. İhtiyacımız olan şey ise politik, ekonomik eylem vs değil, daha fazla etik, daha fazla moral, daha fazla alçak gönüllülük, daha fazla vicdandır.

Ünlü felsefeci Alain de Botton, ekonomik kalkınmanın gerçek trajedilerinden birisinin insanların maddi koşullarını iyileştirince mutluluklarını da arttıracağını sanmış olmamız der. Halbuki, Richard Easterlin adında bir ekonomist bundan kırk yıl önce gelir seviyesiyle mutluluk arasındaki ilişkiyi araştırmış ve bir toplumun aşırı zenginliğe ulaşsa bile daha fazlasını arzulama, başkalarını kıskanma, yüksek statü hırsı ve kaygının sürdüğünü tespit etmiştir. Yani halk refah seviyesi arttıkça parasal olarak doyuma ulaşmaz ve birbiriyle rekabete devam eder. Kıskançlık, birbirini çekememe, yetersiz hissetme gibi duygular o toplumun bir parçasıdır çünkü bu duygular insan ruhunun gediklileridir.

Bilim bizi mutlu yapar mı?

Peki burada bilime düşen pay acaba nedir? Bilim bizi daha fazla mutlu yapabilir mi? Bilim bizim kurtuluşumuz olabilir mi?

Alain de Botton, yapay zeka ya da mükemmel makinelerin de bizi daha mutlu yapamayacağını şu sözlerle ifade ediyor: "...İsviçre'de çiçek hastalığı veya sığır vebası olmasa da tıptaki harika gelişmelere rağmen insanlar yine de ölüyor. Çiçek hastalığının kökü kazınmış olabilir ama ölümün kökü kazınmadı. Ve bildiğim kadarıyla, çok bilgili arkadaşlarım yanılıyorsam düzeltsin, ufukta ölüme bir çare gözükmüyor.. Bu noktada denilebilir ki makinelerle, akıllı telefonlarla, teknolojiyle, internetle, belki de öyle bir canlı meydana getireceğiz veya üreteceğiz ki müthiş akıllı, süper nazik, hatta ölümsüz olacak. Olabilir, ama o şey insan olmayacak." (Steven Pinker, Matt Ridley, Alain de Botton, Malcolm Gladwell, Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?, Domingo Yayınları, İstanbul, 2020, s. 77-82) Evet insan olmayacak, çünkü insan olmak iyicil ve kötücül bütün duyguları içeren bir durum. Süper zekalı bir robotla aynı evi paylaştığımda bir insanla aynı evi paylaşmış olmayacağım.

Kendi açımdan pesimist ve şüpheci yapım nedeniyle ilerlemecilerin sıkça eleştirisini yapsam da geçmiş çok iyiydi gelecek tamamen karanlık diyenlerden değilim. Yani bir romantik değilim. Bütün bir insanlık tarihini düşündüğümde görece barış döneminde yaşıyor olmak beni rahatlatıyor ama savaşın ihtimalini de aklımdan çıkarmıyorum. Savaşların daha nadir ama daha feci olacağının bilincindeyim. Ekonomik olarak yıllarını harcamış bir profesörün hak ettiği ücreti aldığını düşünmesem de ayağımı yorganıma göre uzatarak kitaplara ekstra bütçe ayırabiliyor ve şimdiki durumuma, hatta bir işim olduğuna şükrediyorum. Çünkü nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi dezavantajlı olan geçmişimi, çocukluğumu unutmuyorum. Kendi geçmişimi düşündüğümde çocukken giydiğim yırtık ve sürekli olarak su alan ayakkabılarım aklıma geliyor. Orta okulda tek bir ayakkabım vardı ve o da sürekli giyilmekten fena halde yırtılmıştı. Rahmetli dedem su almasın diye ayakkabıyı tamir etmeye çalışmış ve ona demir bir pençe çakmıştı. Demir pençeli bu ayakkabı o kadar ağırdı ki okulun koridorlarında yürürken hem çıkardığı sese hem de benim ayakkabının ağırlığından dolayı acayipleşen yürüyüşüme diğer öğrenciler tuhaf tuhaf bakardı. Ayakkabım yırtıktı ama derslerim çok iyiydi. Yokluklar insanı fişekleyebilir diye düşünmüyor değilim. Kazananlar kendi şanslarını bazen kendileri yaratabilirler. Yine de şu da bir gerçek; zenginliğin ve refahın manevi bedeli belki ağır olabilir ama yokluğun da manevi bedelini düşündüğümüzde varlığın ağırlığını tercih edenlere kızmak zor geliyor. Durup bir düşünmek için bunlar her halde yeterli sebeplerdir.

[email protected]