‘Entegre olsaydınız ayrımcılığı hissetmezdiniz’

Doç. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üniversitesi
11.08.2018

Araştırmalar ikinci nesil göçmenlerdeki dışlanmışlık hissinin daha kuvvetli olduğunu göstermektedir. İlk nesil ev sahibi ülkeye daha müteşekkir iken orada doğup büyüyen nesil toplumsal olarak yükseldikçe ayrımcılığı daha güçlü hissetmektedir. Ev sahibi ülke açısından tehlikeli olan ise dışlanmışlık hissinin kimlik vurgusunu güçlendirmesidir.


‘Entegre olsaydınız ayrımcılığı hissetmezdiniz’

Almanya yaklaşık bir aydır Mesut Özil’in Alman futbol milli takımından hissettiği ayrımcılık nedeniyle ayrılmasını tartışıyor. 2010’da Almanya’da entegrasyonun başarılı yüzü olan Özil, 2018’de azınlıkların entegrasyon sorunlarının sembolü haline gelmiştir. “Neden Özil?” sorusu daha ikincil bir sorudur ama onu da atlamadan yanıtlamak gerekmektedir. Örneğin son Dünya Kupası’nda Sami Khedira’nın performansının yarattığı hayal kırıklığı daha derin olmasına rağmen tartışılan konu Başkan Recep Tayyip Erdoğan ile görüntü veren Özil olmuştur. Dahası Alman kamuoyu tarafından otokrasiyle suçlanan Putin ile Lothar Matthaeus’un verdiği görüntüler bile bu kadar tartışılmamıştır. Eşi de Moskova’da büyüyen ve Rusya’nın düzenlediği dünya kupasına övgüler düzen Matthaeus’un Özil’i “ruhsuz ve isteksiz” oynamakla suçlamasını da bir kenara koymak gerekmektedir. Tartışmanın magazinsel boyutunu aşarsak içeriğine dair bir analiz geliştirmek mümkün olacaktır.

Özil’in çıkışının yarattığı ortamda Alman kamuoyu bir zamandır gündelik hayatta yaşanan ayrımcılık ve ırkçılığı tartışmaktadır. Bu konuda dışlanma, ayrımcılık ya da ırkçılık gibi kavramlar çoğu zaman birbirinin yerine kullanılmaktadır. Aralarında derece farkları olsa da bütün bu kavramların ortak yönü hiyerarşi içermesidir. Yani bir tarafı diğer taraftan üstün görme üzerine kurulu bir düşünce dünyasından bahsediyoruz demektir. Bu nedenle gündelik hayata yansıyan birçok vakaya rağmen aslında hangi derecede olursa olsun kültürler ve insanlar arasında hiyerarşi içeren bu tür iddialar suç içermektedir. Bu nedenle sıradan halk dikkat etmese de Almanya’da milliyetçi tonu yüksek siyaset yapanlar açısından bu tür suçlar profesyonel hale gelmiştir. Artık Alman Nazileri “Türkler dışarı” diye bağırmıyor, “Biz domuz eti yiyoruz” diyerek kendilerinden olmayanları işaretlemeye çalışıyor. Biraz daha abarttıklarında linç meydanlarında olduğu gibi mülteciler için “asın asın” diye bağırarak ironi yaptıklarını düşünüyorlar.

Dışlanma ve kapanma 

Entegrasyon ve asimilasyon arasında çokkültürlülük tartışmalarının yapıldığı liberal çağ oldukça geride kalmıştır. Artık açıkça Alman olmayanlardan iki şey bekliyorlar: Ya “Bizi (yani Almanları) değiştirmeye çalışmadan (yani çokkültürlülüğe zorlamadan) bize benzeyin” ya da “–Farklı kalacaksanız- bizim yaşam tarzımıza saygı gösterin”. Almanya’da orta sınıfın başarılı püritenlerin partisi olan Liberal Parti başkanı “Türk asıllı göçmenlerin liberal değerleri hor gör gördükleri” suçlamasını yaparken nasıl bir veriye dayandığını da açıklamamaktadır. Oysa araştırmalar ikinci nesil göçmenlerdeki dışlanmışlık hissinin daha kuvvetli olduğunu göstermektedir. İlk nesil ev sahibi ülkeye daha müteşekkir iken orada doğup büyüyen nesil toplumsal olarak yükseldikçe ayrımcılığı daha güçlü hissetmektedir. Başarılı bir futbolcu olan Özil’in işinde bulunduğu durum da farklı değildir. Ev sahibi ülke açısından tehlikeli olan ise dışlanmışlık hissinin kimlik vurgusunu güçlendirmesidir. Dışlanan toplumlar içine kapanıyor, yani dışlamayı kapanma takip ediyor.

‘Kötülüğün sıradanlığı’

Almanya’da başlayan tartışma öncelikle NSU davası etrafında oluşan “kurumsal ırkçılık” tartışmasını da takip ettiği için daha da ateşlenmişti. Tartışmanın ateşini düşüren ilk manevra “gündelik ırkçılık” kavramı olmuştur. Yani yaşanan ayrımcılık ve dışlanmanın aslında kurumsal bir nitelik taşımadığı, gündelik hayatta her zaman karşılaşılan ayrımcılık olduğu algısı yayılmıştır. Böylece Özil tartışması NSU tartışmasıyla birlikte başlayan “kurumsal ırkçılık” tartışmasını gölgede bırakmıştır. Özelikle “metwoo” etiketiyle yayılan paylaşımlarda birçok göçmen kökenli kişi Almanya’da yaşadıkları ayrımcılıkları ve dışlanmaları anlatmaktadır. Okullarda başarı değerlendirmelerindeki ayrımcılık, işyerlerinde yükselme sorunları, sokakta yaşanan aşağılanmalar, hastanelerde ya da devlet kurumlarında hizmet alırken yaşanan dışlanmalardan oluşan uzun listeler oluşturulmuştur. Platformun tartışma amacıyla değil, ayrımcılığın paylaşımı hedefiyle kurulduğu özellikle sık sık belirtilmektedir.

Yani suçlama olmadan yaşananlar paylaşılacak ve böylece yaşayanların acısı hafiflemiş olacaktır. Tersinden bir günah çıkarma ayini gibi yaşanan ayrımcılıklar paylaşılarak bağışlanmıştır.

Gündelik ayrımcılığa sıkıştırılan hususlar da yeterince günahı hafifletmediğinden orta sınıf Almanlarda meseleyi görelileştirme aşaması başlamış gibidir. Bu aşamada ayrımcılık konusu empati meselesi olmaktan çıkarılmakta bir nevi üst perdeden “geyik muhabbetine” çevrilmeye çalışılmaktadır. Bu gelişimin kapısını masum bir iddia aralamaktadır; paylaşılan sorunların gündelik hayatın “herkesin herkesle yaşayabileceği sıradan kötülükleri” olduğu iddiası. “Kötülüğün sıradanlığının” ironisini bir kenara bıraksak bile hemen her göçmen kökenlinin yaşadığı aşağılanmaları sıradanlaştırmaya çalışmak masumiyet karinesi yaratmamaktadır. Konuyu daha üst perdeden ele alanlar “çok da ağlanılmaması” gerektiğini ve nihayetinde “iyi entegre olunsaydı ırkçılığın hissedilmeyeceğini” söyleyebilmektedir. Dahası gündelik dildeki aşağılanmaların karşılıklı olduğunu ve “Alman”a eklenen sıfatlarla göçmenlerin de yerlileri aşağıladığını iddia edenler de yok değildir.

Hiper gerçeklik

Almanya’daki tartışma biçimi giderek meselenin bireysel ve alt kültüre ait sıradan bir konuya dönüştürülme çabasını faş etmektedir. Bir sonraki aşama ise yaklaşmaktadır. Bu aşamanın ilk görüntülerini Der Spiegel dergisinin Özil’i kapağına taşıdığı sayısındaki başlık oluşturmaktadır; “Yabancılaşma”. Sanki Özil, Rousseau’nun imlediği gibi doğal duruma, Feuerbach’ın zannettiği gibi insanın kendi projeksiyonundan başka bir şey olmayan dine ya da Marx’ın iddia ettiği gibi ürettiklerine “yabancılaşmış” bir tehlikeli devrimci muamelesi görmektedir. Bu nedenle onun aslında “İngiltere’de yaşayan (Almanya’ya yabancı) bir multimilyoner (emeğe yabancı)” olduğu Dışişleri Bakanının açıklamalarına yansıyabilmektedir. Böylelikle Almanya’nın entegrasyon sorunu hakkında Özil’in bir şey ifade etmeyeceği söylenmeye çalışılmaktadır. Dahası yabancılaşma kavramı her ne kadar sistemsel bir sorun olsa da sanki bireysel bir uyumsuzluk olarak da ele alınabilmektedir. Yani bir nevi ortada bir yabancılaşma söz konusu ise bunun suçu biraz da Özil’in kendisindedir. Aklı Türk sevgilisi tarafından çelinen “İngiliz” Özil, artık Almanya’ya yabancılaşmış ve sembolik değerini yitirmiştir. Almanların bu konudan rahatsızlık duymalarını gerektirecek bir şey yoktur. Zaten “2014’den beri girdiği ikili mücadelelerden hiç birini kazanamamış” başarısız bir futbolcudur, unutalım gitsin…

Söylemlerin gerçekleri bile kökünden kopararak hiper gerçeklere dönüştürdüğü çağımızda Özil’i kapağına “yabancılaşma” başlığı ile taşıyan derginin içeride ne tartıştığı da çok önemli değildir. Özil üzerinden Almanya’daki göçmen kökenlilerin entegrasyonunun başarı hikâyesinin söylemi kurulmuştur. Özil’in Başbakan Merkel ile yarı çıplak tokalaşmasındaki rahatlık entegrasyonun simgesi olmuştu. Bugün ise Baudrillardvari “Körfez Savaşı hiç olmadığı” gibi aslında Özil de “hiç yaşamamıştır”. Bir hiper gerçeklikti, işlerliliğini yitirince unutulsun gitsin diye çalışılmaktadır. Bir medya çalışması olarak Özil, verdiği bir görüntü nedeniyle medyatik olarak yok edilmektedir.

Bu nedenle Özil tartışmasının yarattığı etkili havadan sahici sorunlarına çözüm bekleyen göçmen kökenliler muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacaktır. Alman gözüyle Özil zaten hissettiği değerler uğruna Almanya’yı temsil eden bir futbolcu değil, kendi kariyeri uğruna Alman milli takımını tercih etmiş bir Türk’tü. Bu nedenle asıl hayal kırıklığı yaşayanlar Almanlardı. Etnosentrik şirketlerinde kendilerini ancak bir Alman’ın temsil edebileceğini düşünerek göçmen kökenlilerin üzerine cam tavanların örüldüğü Almanya’da Özil vakası Almanların kendilerini sorguladığı değil, entegrasyonun başarısını sorguladığı bir olaya dönüşmüştür. Her ne kadar “entegrasyon konusundaki başarısızlık” kavrayışı ile mesele gayrişahsileşse de Özil vakası yine de Almanya’nın en özel olayıdır. Bu sorun aşılmadan toplumsal birliklerini korumakta sorun yaşamasalar da göçmen kökenlileri motive etmeleri zor olacaktır. Fakat bu konunun Almanlar açısından kendi kendilerini sorgulamalarına yol açacak kadar önemli olduğunu düşünmek de yersizdir.

Almanya’nın rafineleşen “demir kafesi” içinde Özil vakası önce relative edilmiş daha sonra ise bizatihi mağdurun kabahatine dönüşmüştür. Bu arada NSU davası ile ayyuka çıkan Alman istihbaratına dayanan “kurumsallaşan ırkçılık” konusunun üzeri de örtülmüştür. NSU davasında konulan gizlilik kararları buzdağını gizlerken bir taraftan da toplumdaki ayrımcılık ve dışlanmaya karşı oluşan tepkiler sosyal medya paylaşımlarıyla “kusulmuş” ve toplum rahatlatılmıştır.

@bunyaminbezci