‘Gençliğim eyvah’ dememek için ‘diksürüngenler’i tanıyalım

Dr. Celal Fedai / Şair - Yazar
13.10.2018

Tarık Buğra’nın korkusu, “diksürüngenler” dediği insan tiplerinin birer megalomana dönüşerek milleti yığın haline getirmesi ve patolojik kişiliklerinin esiri yapmasıydı. Komünistinden de çıkabilirdi sözde dindarından da… Jön-Türklerden FETÖ’ye uzanan çizgiyi ifade edecek psikologların, sosyologların, tarihçilerin olmadığı yerde vazife ona düşmüştü.


‘Gençliğim eyvah’ dememek için ‘diksürüngenler’i tanıyalım

Tarık Buğra, 1979’da Gençliğim Eyvah romanını yayımladığında, belli ki roman türü için başyapıt sayılabilecek bir eser yayımlamak derdinde değildi. O, başyapıtlarını zaten yazmıştı. Derdi, Türkiye’ydi. Türk devlet idesi, büyük bir saldırıya maruz bırakılmaktaydı. Türk gençliği, sağ ve sol çatışması içinde eriyip gidiyordu. Türkiye, zaten 150 yıldır nesillerini böylesi çatışmalar neticesinde kaybediyordu. Jön-Türklerden İttihat ve Terakki’ye, Cumhuriyet sonrası kurulan siyasî partilerden gazetelere, dergilere, üniversitelere kadar yayılıp tüm toplumu etkisi altına alan patolojik bir hali anlatmak, bu hal konusunda insanları uyarmak istiyordu. Neydi bu patolojik hal? Sadece bize mi hastı yoksa tarihin kimi dönemlerinde tüm dünyayı mı etkilemekteydi? Belirtileri nelerdi? Nasıl tanınıp tedavi edilebilirdi? Bu hayatî sorular, bugün için de gündemimizde olmalı. Türkiye, üst üste atlatılması güç sorunlarla yüz yüze kalıyor. Toplumun zinde güçlerinin milletimizde oluşabilecek ihtilafları derhal bertaraf etmesi gerekiyor. Bir daha “Gençliğim Eyvah!..” dememek için şart bu.

İhtida ettikten sonra tam bir Müslüman gibi devleti için gayret eden İbrahim Müteferrika’yı hatırlayalım. Onun çabası da Tarık Buğra’nınkinden farksızdır. O, şöyle düşünür: “Bazen yaratılış ve yaratılışın tabiatı icabı, insanlığın medenileşmesi sonucunda; hiç şüphesiz,  âlemin düzeni bozulur ve insanoğlunun genel nizamında alçaltıcı haller ortaya çıkar. Aniden bir zaaf illetinin geliverme ihtimali, bunun karmaşıklığı ve endişesiyle ilgililer kararsızdır. Bütün bunlarla kederli olarak hemen ilmî araştırmalara başlayıp tarih kitaplarına daldım.” Rusların Kafkaslarda ve Hazar Denizi bölgesindeki faaliyetlerinin ulaşacağı noktaların farkına varan Müteferrika, padişahı uyarmak için, Milletlerin Düzeninde İlmi Usuller adlı risalesini, 1732’de kaleme alır. Rusya’nın Suriye’deki savaşa dâhil olduğunda, bir gövde gösterisi olarak ilk füzelerini Hazar Denizi’nden fırlattığı düşünülecek olursa, Müterferrika’nın ne kadar dikkatli olduğu bugün bile görülebilir. 15 Temmuz’un üzerinden iki buçuk yıl geçti ama yazılıp çizilen hiçbir eser, Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah’ı kadar derin bir çözümlemeyi sunamadı bize. Peki, nasıl olmuştur da 15 Temmuz 2016’dan 33 yıl önce yazılan bir roman, milletimizin ve devletimizin beka sorunu yaşamasına varacak derecede güçlenen FETÖ ve benzeri örgütlerin, psikolojilerinden kullandığı yöntemlere değin tüm veçhelerini ortaya koyabilmiştir?

Mesleklerinin tabiatlı gereği siyasîler, toplumun derinlerinde yatan psişik halleri geç fark ederler. Onların fark edebildikleri daha çok toplumda görünür hale gelen hareketlerdir. Bunları görmek de elbette mühimdir ama yeterli değildir. Bu bakımdan İbrahim Müteferrika gibi kişiliklerin yazdıkları, Türk devlet geleneği içinde her zaman kıymetli bulunmuştur. Batı’da da durum farklı değildir. Avrupa’da bilhassa 19.  yüzyıldan sonra bu tür, “erken uyarı” türünden eserler, devlet adamları ve filozoflardan daha fazla romancıların dilinden ortaya konulur.

Tek boyutlu insanlar

Sanayi devrimi sonrası kapitalizmin, insanları “kitle” haline getirdiğini ilk gören değilse bile kitlelerin oluşturabileceği “tehlike”lere ilk dikkat çeken Kitleler Psikolojisi müellifi Gustave Le Bon’dur. Ortega y Gasset, bu kitlelerin o günlerin kapitalizmine karşı hoşnutsuzluğunu, Kütlelerin İsyanı ile izah eder. Kitleleri harekete geçirmede gazeteci tipinin etkisine dair yazdıkları bugün için de ibretliktir. Bu iki ismin psişik portrelerini resmettiği o kitleler, bilindiği gibi, Almanya’da nasyonal sosyalizm, Rusya’da ve daha başka ülkelerde komünizm, İtalya’da faşizm ile harekete geçirilir. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra aynı kitleler, bu defa, kapitalizmin ve sosyalizmin hedefleri doğrultusunda birörnekleştirilecek ve Herbert Marcuse’ün adlandırılmasıyla, “Tek Boyutlu İnsan”lar haline gelecektir. Bugün, küresel kapitalizmin güdümündeki sinemadan müziğe, siyasî partilerden sivil toplum örgütlerine, dinî cemaatlere kadar pek çok oluşumun ortaklaşa çabasıyla alıklaştırılanlar da yine aynı kitlelerdir. Zira dünya üzerindeki tüm insanların kaderi, Batılıların tarihlerinin içinden getirdikleri patolojik halleriyle şaşırtıcı bir şekilde birleşmiştir. Ama Avrupa’nın da o eski Avrupa’yla ilgisi kalmamıştır. Sözgelimi bugünkü Almanya’nın; Rilke’nin, Nietzsche’nin, Schiller’in Almanya’sıyla bağı şaibelidir. Aynı şey, küresel kapitalizmin merkezi haline gelen, yeni ABD olarak hazırlanan Çin için de geçerlidir. Bugünkü Çin’in bırakın kadim Çin’i 100 yıl öncekiyle de hiçbir bağı yoktur. Küresel kapitalizm, benzer bir durumu Türkiye için de oluşturmak istemiş ama bugüne kadar başaramamıştır. Bugünkü Türkiye, hâlâ tarihin içinden gelen Türkiye’dir. Bu yüzden de hedeftedir.

Avrupa’daki toplumsal değişimi ortaya koyan yukarıdaki isimlerin yanına romancıları koymanın yeri geldi… Fransa, Almanya, İngiltere ve tabii Rusya gibi ülkelerdeki toplumsal hadiselerin görünür yanlarını ortaya koyan tarihçilerin, sosyologların, devlet adamlarının yanında romancıların yeri apayrıdır. Onlar kitlelerin alıklaştırılması sürecinin ve bu süreç boyunca birer megalomana dönüşen kişiliklerin psikolojik yönlerini izah etmektedirler. Rus toplumunun, bireyinin patolojik halini Dostoyevski ve Tolstoy’dan daha iyi gösteren bir başkası yoktur. Bugün Rusya’nın ABD ve AB karşısındaki tutumu, Dostoyevski’nin geniş manada Batı ile ilgili görüşlerinin bir devamından başkası değildir. O, Rus bireyinin ve toplumunun tabiatının farkındadır ve onun, Batı’ya galebe çalmasını ister. Rus bireyinin olduğu kadar kitlesinin de psişik çözümlemesini hakkıyla yapar. Zaten kendisi de en az içinden çıktığı toplum kadar marazîdir.

Tarık Buğra’nın da tüm gayreti bu yöndedir.  Onu Dostoyevski’yle karşılaştırmak niyetinde değilim. O, her şeyden önce marazî bir kişilik değildir. İçinden çıktığı Türk toplumu da öyle değildir. Onun romancılığı, mesuliyet duygusuyla kendini sağaltır. Buğra, ABD eliyle gerçekleştirilen 1960 darbesiyle şok doktrinine maruz bırakılan Türkiye’nin 1960 – 1980 dönemi ahvalini kahırla gözler. Kalemi yerinde duramaz… İnsanımızın düşürüldüğü hali, Gençliğim Eyvah’da şöyle özetler: “Türkiye öyle bir hale gelmişti ki, şartlar ve çıkarlar gerektiriyor diye, Moskof Amerikalı ile, Alman Fransız ile barışır ve dost olabilir, herhangi bir konuda anlaşmaya varabilirdi ama, ‘aziz ve kutsal topraklarımızın üzerinde’ hiçbir şart ve hiçbir ülke veya devlet çıkarı muhalefet ile iktidar’ı –parti temsilcileri ile birlikte halklarını da- bir araya getiremez, barış şöyle dursun, anlaşmaya razı edemezdi.”

Dalkavuk çiftlikleri

Tarık Buğra’nın derdi, hırslarının elinde birer megalomana dönüşmüş kişilikler eliyle insanımızın kitleye dönüştürülüp paramparça edilmesinin önüne geçmektir. Bu nedenle megaloman kişiliğin bir psikopata dönüşmesini adım adım bize gösterir. Babası bir şeyh olan İhtiyar, adına, amacına tutulmuş narsistik bir kişiliktir. Kendisini “Devlet” ile eş tutar ve onun yerine geçmek için kariyer maniasına yakalanmış hırslı tipleri kendine bağlar. “Diksürüngenler” dediği bu kişilikler, ilgilenilmek, benimsenmek, yükselmek hastalığına yakalanmıştır. Devlet kurumlarına yerleşmeyi bu nedenle isterler. Görünürde İhtiyar, politikayla ilgisi olmayan, kendi halinde bir üniversite hocasıdır; mahcuptur, sahneye çıkmaz. Ancak o, biyolojik ve fizyolojik bakımdan değil mizaç bakımından tam bir “hünsa kişilik”tir. Heykelleşmiştir. Devlet içinde devlet olacak güce ulaşmasında bu gibi niteliklerinin payı büyüktür. Devleti devlet yapan her kuruma adamlarını sızdırır. İktidar partisi de muhalefet partisi de aynı derecede onun elindedir. Üniversiteler ve tabii gazeteler de onun adamlarıyla doludur. Bütün mesele, halkı beş paralık şeker suyu sürülmüş kâğıda yapışan sinekler gibi belli fikirlere bağlamak ve kendi devletleri ile çatışır hale getirmektir. Aziz Türk milletinin kitle, yığın haline gelmesi, yani halk bile olamaması için anlaşmazlıkları çoğaltır, körükler; en basit bir şey için bin yorum uydurup yayar; bencil kişilikleri sevimli gösterip gazetelerinde destekler; iyileri ve başarılarını kötüler; zayıf kişilikleri “dalkavuk çiftlikleri” kurup çoğaltır. Daha altı yaşında devşirdiği bir kız çocuğunu, teslim ettiği “abla” eliyle militanı yapar. Bütün bunlar içinse kişiye göre değişen “olta”lar kullanır. Sonra da şöyle der: “Kişilik sahibi bir Devlet olsaydı, zavallıcık dizlerini dövmekten kötürümleşirdi; çünkü uyrukları kendisini unutmuş ve birbirlerini boğazlaya boğazlaya kuyusunu kazmaya başlamışlardı.”

Paranoyak eleştirisi

Tarık Buğra, belli ki 1960-1980 döneminde Türkiye’de oluşan anarşi ortamını oluşturan kişiliklerin patolojik yanlarını önümüze koymak istemektedir. Maalesef onun bu gayreti, arkadan gelenlerce zamanıyla sınırlı bir gayret olarak görülür. Oysa Buğra’nın resmettiği kişilikler, sadece 1970’lerde anarşi oluşturan kişilikler olarak sınırlanamaz. Bu portreler, bir nedenle bugün de yarın da bir araya gelip kendi marazî amaçlarına olduğu kadar Türkiye’yi hedefe koyan yabancı güçlerin amaçlarına da uygun bir araç olabilirler. Bu nedenle Türkiye’nin tüm bu patolojik kişiliklere karşı, ideallerinin peşinde kişilikli bir devlet olması gerekir ki şükür Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri öyledir. Yaşadığı darlık dönemleri de geçicidir.

Tarık Buğra, Gençliğim Eyvah’ı yazmaktan ötürü, büyük bir sorumluluğu yerine getirdi. Ama eserdeki çözümlemeler tarihi birer gerçek olmasına karşın, çok sonraları dahi, Ahmet Oktay gibi empati yeteneği yüksek bir yazar tarafından bile, tatlı bir dille de olsa, “paranoyak” olarak eleştirildi. Oktay, 1994’te, onun korkusunun “komünizm” olduğunu ifade etmekteydi. Buğra’nın korkusu, bu değildi. Milletimizin devlet idesini kaybetmesinin anlamını biliyordu o. Onun korkusu, “diksürüngenler” dediği insan tiplerinin birer megalomana dönüşerek milleti yığın haline getirmesi ve patolojik kişiliklerinin esiri yapmasıydı. Komünistinden de çıkabilirdi sözde dindarından da… Jön-Türklerden FETÖ’ye uzanan çizgiyi ifade edecek psikologların, sosyologların, tarihçilerin olmadığı yerde vazife ona düşmüştü. Başyapıtlarının arasına, bir sorumluluğun romanı Gençliğim Eyvah’ı da kattı ki biz bir daha “Gençliğim Eyvah” demeyelim. Devlet idemiz etrafında farklılıklarımızla buluşalım, sevelim sevilelim.  

@CelaliFedai