İnsan ve emeğin diyalektiği

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
7.05.2021

Hıristiyan inancının Protestanlıkla birlikte kapitalizme dönüşen son yorumu, servet sahipliğini, hak etmesek bu bize verilmezdi itikadı ile fakirliği günahkarlık olarak ele almış ve kendileri dışında dünyanın geri kalanını fakirleştirmeyi kutsal bir göreve dönüştürmüş durumda. Bu inancın şükrü de sömürüp fakirleştirdiklerine bakıp, huşu içinde onlar gibi olmadıklarının sevincinde tecelli ediyor.


İnsan ve emeğin diyalektiği

Yaygın olarak mülkün somutlaşmış hali olarak ifade bulan emek, kapitalizmin özel mülkiyete, sosyalizmin de toplumsal mülkiyete indirgediği bir çatışma aygıtı olarak hala ortada kalmış durumdadır. Bu ortada kalmışlık aslında insanın ortada kalmışlığıdır. Çünkü emeğin somutlaştığı asıl anlam, emeği ile kendisinin sahibi olan insan olarak ortaya çıkar. Emeğin korunması insanın, insanın korunması ise maddi veya manevi anlamda emeğin koruması ile mümkündür. Bu açıdan emek, bireyden sistemlere değin tüm tabakalarda, emek ve emeğin hakkının buluşması ile gerçekleşen meşruiyetin temel kaynağıdır.

İnsanı mala indirgemek

Emeğin malın, mülkün somutlaşmış hali olduğunu kabul etmenin "Şüphesiz insan için emeğinden başkası yoktur."(Necm,39) ayetini, insan için malından başkası yoktur olarak okumanın anlamı ile taban tabana zıt olacağını, bunun emek ve insan ilişkisini görmeyip, insanı mala indirgemek gibi bir anlayışa yol açacağını söylemek mümkündür. Emeği mal ile somutlaştıran anlamsal sürecin insan ve mal arasında bir eş anlamlılık ilişkisi kurduğunu ve insanı malla aline edip eşitleme sürecine evrildiğini fark etmek gerekir.

Malla alinasyon kurarak insan ve malı eşitleyen bu anlayışın, tüm fenomenleri ile bir zihniyete dönüşüp, malın çokluğu peşinde ve malı kadar hakka ve itibara sahipliğe dönüşüp, insan ilişkilerini mala bağlaması kaçınılmazdır. Bu zihniyet sosyal hayatı mal ve insanı eşitleyen bir emek piyasasına dönüştürecektir. Emeğin malla somutlaştığı anlayışta mal piyasası ile emek piyasası tabirleri elbette normal kabul edilecektir. Ancak emeği insanla somutlaştıran anlayışta emek piyasası ifadesinin insan piyasası anlamında tasavvuru mümkün değildir. Kapitalizmin ve sosyalizmin çatışma aracı olarak ortada bıraktığı emeğin gerçek anlamı, emeğin insanla mündemiç olduğu noktada gerçek anlamında ifade buluyor.

Bu noktada emek, ücret(insanın veya emeğin ecri) politikasını insana dair politikadan ayrıştırmadan ele almak gerekecektir. Asgari ücretin çoğunlukla işçinin üretim kapasitesine bakılmaksızın genel bir ücretlendirme biçimine dönüşmesi bu anlayışta insanı sınıfsal bir piyasa değeri ile kategorize etme zihniyetine dönüşebilir. Oysa asgari ücret işçinin yasal ve akdi bağlamla işverenin talimatlarına uyması çerçevesinde işverenin risklerine ortak olamayacak, işçiyi korumacı bir anlayışa dayanmaktadır. Ancak bu yaklaşım istisnaları olsa da işverenin karlılığı veya işçinin o işverene yaptığı üretim katkısına bakılmaksızın genel bir ücret uygulaması olarak yerleşme eğilimde görünüyor. Oysa asgari ücretin anlamı, işçiyi işverenin risklerine ortak kılınmaktan korumaya dönük, işveren hiç kar etmese, ya da işletmeyi ayakta tutacak ölçüde cüzi kar etse bile işçiye ödenmesi gereken bir ücreti ifade eder. Bu bağlamda önemli oranda karlarla faaliyet gösteren işverenlerin de işçiye asgari ücret ödemesi durumunda emeğin hakkı yerine getirilmemiş olur.

Meşruiyet ve hak algısı

Meşruiyet, o toplumun hak algısı doğrultusunda hakkın yerine getirilmesi ile gerçekleşir. Adaletle sağlanan aslında hakkın gerine getirilmesi ile gerçekleşen meşru durum, yani meşruiyettir. Emeğin hakkını yerine getirmeyen mülk meşru değildir ve o mülkün üzerinde duran hiç kimse de meşruiyetinden söz edemez. Bu açıdan genel bir asgari ücret yerine her işletmenin tespiti zaten yapılan karlılık durumu ile işçinin üretim katkısı oranına göre belirleneceği bir ücret politikası hayata geçirilmelidir. Ancak böyle bir durumda o işçinin emeğinin karşılığı yerine getirilerek insanca bir hayat ve sosyal ortam mümkün olabilir. Elbette bu meşruiyet de emeğin hakkı yerine getirilmiş bir ortamda o emeğin üzerinde bulunan herkesle birlikte emeği koruyan milletin devletinin de meşruiyetini temin ederek bireyin, toplumun ve devletin en büyük gücünü teşkil eden meşruiyet kaidesini tahkim etmiş olur.

İnsan bir değer olarak, onu insan yapan emeği ile vücut bulur. İnsan olmak deyimi böyle bir değeri ifade eder. Diğer varlıklardan, istediği her şeye dönüşebilme özelliği ile ayrışan bu varlığın insan olması bu değerde ifadesini bulan emeği ile mümkündür. Malı mülkü, sınıfsal veya ideolojik aidiyetleri ile değil. "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" sözü de, insanın ayn'ının yani kendisinin emeği kadar olduğunu vurgulayarak, emek ve insan arasındaki diyaloğun bir dönem çok iyi kavranarak hala aklımıza tutunmaya çalıştığını ve bize düşenin ise bunu icra ederek hayatta tutmak ve böylece insan olarak hayat bulmak yükümlülüğüdür.

İnsan emeğiyle yaşar. Emeğin insan olmakla eşdeğer olduğu gerçeğinden hareketle, emeğin güvenliğini sağlamak insanın, insanca yaşamanın, dolayısı ile toplumun ve devletin güvenliğini sağlamakla aynı yönde gerçekleşir. Bu bağlamda birincil görevi güvenliği sağlamak amacına matuf kurduğumuz devletin, bu amacını kapsamlı olarak insana dair tüm özelliklerin inkişaf edebileceği bir zemin oluşturmanın koşulu, emeğin yani insan olmanın güvenliğinin kamu gücüyle güvenceye alınmasıdır. Bu hususta zamanla ortaya çıkan tüm açıkların ivedilikle kapatılması devlet ve millet bütünlüğü ile bu iki yapıya da vasfını veren insan mahiyetinin kalitesini yükseltmenin temel koşuludur.

Şeyh Edebali'nin "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" sözünün kapsamı, insanın sadece fiili saldırıdan korunması değil insan olmanın tüm koşullarını gerçekleştirecek bir korunma olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda insanın yaşatılması emeğinin korunması, yani insanın korunması ile mümkündür. Marifetin iltifata tabi olduğu beyanı da insanın yani emeğin yaşatılmasının anahtarını veriyor. Çünkü emeğin görmezden gelindiği ve muhatapsız kaldığı bir ortamda insani olan hiçbir değerin vücut bulması ve emek üzerinden bir çaba mümkün değildir. Buradaki iltifat emeğin karşısında latif olmayı, onun muhatabı olarak emeğin hakkı karşısında nezaketli bir duruş ile o emeğin, yani insanın hakkının gerçekleşmesine geçit verecek bir duruş halini gerçekleştirebilmeyi ifade eder. Liyakatın değeri burada ortaya çıkıyor. Özellikle emeğin değerlendirilmesi konumunda bulunanların liyakati emeğin, insanın kadrini ve kıymetini bilmekle öne çıkar. Liyakatli olmayan kişinin en belirgin özelliği kendisinden başka hiçbir emeğe kıymet vermeyen, değerli çalışmaları kendini gölgede bırakır endişesi ile görünmez kılmasıdır. Elbette emeğin görünür olamadığı böyle bir ortamda emek ve insan ortaya çıkmayacak, sosyal ortamın ve devletin derecesi de doğrudan bu ortamda şekillenecektir.

Emeğe katlanamayanlar

İnsan olmak, kendisini insan olarak gerçekleştirebilecek çaba ile yolda olmakla mümkündür. Nihayetinde insanın elinde kendisinden ve onu kendisi yapan, yapıp ettiklerinden başka bir şeyi de olmadığı herkesin malumudur. Bunun dışında sahip olduğunu sandığı tüm şeyler bu amaca matuf olduğunda bir kıymet ifade eder. Bu anlamda Kadir Gecesini idrak ettiğimiz bu günlerde insan olmanın kadri ve kıymeti üzerinde kolektif düşünme fırsatını değerlendirebiliriz. İnsan emeği düşünme zemininde mayalanır ve orada kök salabildiğinde meyve vermeye başlar. Bu anlamda düşünme zeminini kuracak kuramsal çalışmaların muhatap bulacağı bir ortamı üretebildiğimizde, emeğin ekilip yeşereceği insan olma ortamını da kurmuş olacağız. Tarih insana dair gelişmişliğin gerçekleştiği ortamların düşüncenin kadri ve kıymetinin, muhataplarında gerçekleşme imkanı bulduğu ortamları işaret ediyor. Bugün de toplumların ve devletlerin gelişmişliği bu değere riayet ölçüsünde gerçekleşiyor. Her şeyin bilindiği iddiasıyla, düşünceyi ve emeği küçümseyen, kendi seviyesinin üstünde bir emeğe katlanamayan skolastik ortamlar her çağda insanlığın karanlıkta kaldığı ortamlara dönüşmüştür. Bu ortamlarda emek birkaç kişinin mülkiyetine hamledilmiş, anormal çoğalmayla oluşmuş şişkin bir ur gibi insanlığı tehdit eder hale dönüşmüştür. Hıristiyan inancının Protestanlıkla birlikte kapitalizme dönüşen son yorumu, servet sahipliğini, hak etmesek bu bize verilmezdi itikadı ile fakirliği günahkarlık olarak ele almış ve kendileri dışında dünyanın geri kalanını fakirleştirmeyi kutsal bir göreve dönüştürmüş durumda(Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu). Bu inancın şükrü de sömürüp fakirleştirdiklerine bakıp, huşu içinde onlar gibi olmadıklarının sevincinde tecelli ediyor.

Elbette böyle bir inancın talipleri, daha çok servet(iman) için daha çok fakirlik üretmeyi, günahkarları cezalandırmaya dayalı bir ibadet sayıyor.

İnsan, ünsiyet yani bağlam kurabilen varlıktır. Bunu iki yönlü olarak, yani 'iyi ile gerçeklik' veya 'kötü ile gerçeklik' arasında bağlam kurarak yapar. Elbette amaç insanın bunu iyi ile gerçeklik arasında bağlam kuracak şekilde yapabilmesidir. Bunun için de bunun gerçekleşeceği ortamın sağlanması gerekir. İnsanın bu imkanı ancak buna ilişkin bir mekanda açığa çıkabilir. Emeğin ona imkan sağlayan mekana yönelmek gibi bir akışkanlığı vardır. Dolayısı ile emeğin, insan olmayı mümkün kılacak iyi(hakikat) ile gerçeklik arasında bağlam kuracak imkanlarını gerçekleştireceği mekanları oluşturmadığımızda, bu yeteneğin kötü ile gerçekliği dönüştürmeye yönelmesi ihtimali insanın kendi elleri ile ürettiği bir çözümsüzlüğe yönelebilir. Bugün emperyalizmin kendisini tahkim ettiği en önemli alan beyin göçüdür ve bu durum insanlığa sunduğu bir çok imkan yanında artık insanlığı tehdit eden en büyük tehlikeye dönüşmüş durumda. Teknolojik gelişmenin elde ettiği güç üzerinden neredeyse emperyalizmin hakikatin yerini işgal etmesi, insanlık için bir gelişme sayılamaz. Bu durum insanın hakikatini ortadan kaldırmak için gösterilen üstün çabayla gelinen bir gerilemedir aslında. Bu yüzden bayağı olanla da hakikatle de ünsiyet kurabilen insanın akli bağlam kurabilme yeteneğinin, insanın hakikatine imkan sağlayacak ortamını bulabilmesi, günümüzün aşılması gereken en öncelikli problemidir. Bağlam kurma yeteneği, düşüncenin ve emeğin muhatabına ulaşıp onun değerlendirilmesi ve müzakeresi süreçleri ile hakikate yer açabilmekle mümkündür. Muhatap, bağlam kurup bu bağlamların gerçekleşebilmesinin öncelikli mekanıdır. Liyakatin önemi burada açığa çıkıyor. Liyakatin olmadığı bir ortamda düşünce ve emek gerçekleşemez. Çünkü liyakatsiz, bu özelliğini gizlemek için kendini aşan her türlü emeği görünmez kılmaya çabalayarak böyle bir ortamın geçekleşmesine izin vermeyerek ifade bulur. Böyle bir ortamda da ondan başkası görünmez hale getirilmiştir. Bu açıdan liyakat, her şeyi bilmekle değil, alanına hakim bir kapasite ile, kapasitenin ve emeğin değerini bilip ona yer açabilmek, onun gerçekleşebileceği ortamı hazırlayıp emeği ve insanı yaşatabilmektir.

Ateşten kaçanlar

Sonuç olarak bugün dünya, emperyalizmin, emeği yani insanı sömürmesi ile kötülük ve gerçeklik bağlamında kurduğu bir sistemin, insani liyakatten yoksun emperyalizmin tanrılarına itaat edip tapınmayana var olma imkanı tanımayan bir yönde gücünü tahkim ediyor. Böyle bir tehlike karşısında bizim onun yöntemlerine teveccüh etmeden, insan olmayı mümkün kılacak imkanları açığa çıkarıp, insanlığın insan olmayı gerçekleştirecek bir umudu olduğunu görmek zorundayız. Emperyalizmin ortakları ile yaktığı ateşten kaçanlara Türkiye'nin kucak açması bu konuda insana dair umudun var olduğunun önemli bir göstergesi olmuştur. Elbette bu durum insani ortamı mayalayarak bölgenin bu doğrultuda şekillenmesine dönüşecektir.

İyi olanın ve hakikatin gerçekleştirilmesi ile somutlaşan insan, onun bu yöndeki emeği ile kurulacak dünyanın neşesidir. Emeği bu bağlamdan koparttığımızda, gelişme gibi görünen aslında insana geçit vermeyen bir dünyanın gelişmesinden, yani gerilemesinden başka bir şey değildir.

[email protected]