Seküler devletin konsil çağrısı: Almanya İslam Konferansı

Doç. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üniversitesi
1.12.2018

Aydınlanmacı zihin, hayatı, dînî olandan kurtarmak adına dini önce yok saymasına rağmen sonrasında varlığına katlanmaktan başka çare görememiş ve terbiye etmeye çalışmıştır. Alman İslam Konferansı’nın nihai hedefi de kendileriyle modern çağda yüzleşen Müslümanların ‘doğruyu’ görmesini sağlamaktır: Doğru olan tabii ki aydınlanmacı değerler bütünüdür.


Seküler devletin konsil çağrısı: Almanya İslam Konferansı

Almanlar pek ironiden hoşlanmasa da İslam’ın Almanya’ya ait olmadığını ve göçmenlerin ülkedeki sorunların ana sebebi olduğunu iddia eden Almanya İçişleri Bakanı Horst Seehofer, 10 yıldan fazladır devam eden Müslümanlar ile Almanya arasındaki diyaloğun kurumsal taşıyıcısı olmak zorunda kaldı. Almanya’nın artan güvenlik kaygıları 2006’da dönemin İçişleri Bakanı Wolfgang Scheuble’yi Müslümanlarla diyalog kurmaya mecbur bırakmıştı. Yaklaşık 50 yıldır ülkelerinde misafir olarak gördükleri Müslümanları sanki yeni fark etmişlerdi. Müslümanlar açısından kendilerini anlatmanın legal bir yolu olarak davet heyecanla karşılanmıştı. Kendilerini açıkça ortaya koymanın (aufklearen) fırsatını bulduğuna inanan Müslümanlardan istenen aslında aydınlanma karşısında kendilerini sorgulamalarıydı yani aufgeklaerte İslam. 

Anayasa ne söyler? 

Devlet, Müslümanları kendi alıştığı tarzıyla dinlerini yeniden formatlamaya çağırmaktaydı. Katolisizmin konsillerle kurduğu dinin modern çağın şartlarına göre yeniden formatlandığı Protestanizmden öğrendiklerini İslam’a da uygulamanın hiçbir sakıncası görülmemekteydi. Üstelik bu sefer seküler bir devlet konsil çağrısında bulunmaktaydı. Oysa Alman Anayasasıyla uyumlu bir din dizayn etmek isteyenler, bizzat anayasanın dinin ne olduğunun belirlenmemesi gerektirdiğini söylemesini görmezden gelmekteydi. İlk toplantılarda yaşanan heyecan zamanla hayal kırıklığına doğru evrildi. İniş ve çıkışlarla devam eden süreçte en son gelinen nokta en azından Müslümanların örgütlenmiş büyüklükleriyle kurulan diyalog olmuştu. Bugün anlamsız sayısal hokkabazlıkla örgütlenmiş yapıların ancak Müslümanların yüzde 20’sini temsil ettiği söyleniyor. Müslüman toplumsallıktan zorunlu sendika üyeliği gibi temsiliyet beklenen Almanya’da, sivil toplum yapıları olduklarından daha büyük oranlarda örgütlenmiş gibi davranılıyor. 

Alman doğrusallığı 

Almanya İslam Konferansı’ndan Almanya’nın beklentisi bir Alman İslamı yaratmak olmuştur. Oysa İslam, Almanya’ya sığmayacak kadar evrensel bir dindir. Diğer taraftan Almanya’nın değerler sistemine Müslümanca yaşam biçimini uyarlayabilecek kadar da hayatın içinden konuşur. Katolisizm gibi esnerken kırılmaz. Nihayetinde azınlık olarak yaşanan toplumlarda darülharp fıkhı oluşturabilecek kadar kırılmadan varolmayı başaran bir yapıya sahiptir. Alman aklının doğrusallığının bu esnekliği anlaması kolay değildir. Din denildiğinde Prostestanlıktan ziyade Katolikliği anlayan aydınlanmacı zihin, hayatı, dini olandan kurtarmak adına dini önce yok saymasına rağmen sonrasında varlığına katlanmaktan başka çare görememiş ve terbiye etmeye çalışmıştır. 1964 yılındaki Katolik Kilisesinin Fetvaları liberal dünyanın gereklerini kabul anlamında yorumlanmıştır. Oysa Katolisizm uzun tarihi tecrübesinde kabul etmediği hususlarda her şekilde anlaşılabilecek bir diplomatik dil kullanma yetisine sahiptir. Örneğin bugün Müslümanlardan talep edilen birçok hususta aslında Katolisizm de taviz vermiş değildir ama göz önünde de kalmamaktadır. 

Türkiye etkisini kırmak 

Konferans, Alman İslam’ın ilk adımını kendi imamlarını yetiştirmek üzere ilahiyat fakülteleri kurulmasını teşvik ederek atmıştır. Bu anlamda Müslüman cemaatlerden destek almayı da başarmıştır.

Bugün ise Müslüman cemaatlerin ilahiyat fakültelerinde çalışacak öğretim üyelerinin dini tabiiyetleri ve yeterlilikleri hususundaki yetkileri eleştirilmektedir. Cemaatlerin temsil yetileri hiçbir grubu temsil etmeyen ama medyada sesi güçlü çıkanlar tarafından sorgulanmaktadır. İmamların Almanca diline de hakim olan yerli Müslümanlar içinden çıkmasının Türkiye gibi göç veren ülkelerin göçmen toplumu üzerindeki etkisini kıracağı umut edilmektedir. Bu ise Fener Rum Patriği’nin ekümeniklik iddiasından vazgeçmesini istemek kadar havada kalmaktadır. 

İkinci önem verilen husus ise din hizmetlerinin yürütülmesi için ülke dışından gelen yardımların engellenmesidir. Fakat bu konuda tutarlı bir mali kaynak da önerilmemektedir. Kiliselerin topladığına benzer bir verginin Müslümanlardan toplanması ise özellikle aşırı sağ tarafından Hıristiyani değerler üzerine oturan devletin İslam’ı legalleştirmesi olarak görülmektedir. Sol ise dini vergilerin toptan kaldırılmasından yanadır. Şu halde Müslümanların dini hizmetlerin mali boyutlarını nasıl yürütecekleri muğlak kalmaktadır. Bu tür bir muğlaklık giderilmeden yapılacak düzenlemeler birçok Müslüman cemaati dışarıdan yardım alma suçuyla yüz yüze getirmektedir. 

Bu arada özellikle yaşlanan göçmen nüfusa dönük olarak yaşlı bakım evlerinin kurulmasının ve hapishane ya da hastanelerde dini rehberlik hizmetlerinin verilmesinin teşvik edilmesi ara dönemin önemli kazanımlarından olmuştur. Aynı teşvik anaokulu gibi hususlarda uygulanmasa da Müslümanların bu tür konularda yol almalarının önü de şimdilik kapalı değildir.Ayrıca din derslerinin devletle sözleşme imzalayan eyaletlerde Müslüman cemaatler tarafından organize edilmesi kazanç gibi dursa da bugün yeniden tartışılmaktadır. 

Seküler ve liberallerin ana kaygılarından biri de Alman anayasası ile İslam’ın değerler sisteminin karşılaştırılmasıdır. Oysa İslam’ın değerler sisteminin Almanya gibi darülharp topraklarında anayasal değil sivil bir talep olarak varolabileceği her Müslümanın farkında olduğu bir konudur. Sanki faizi haram kılan İslam’ın Almanya’da faizi kaldıracağı zehabı oluşmaktadır. Sosyolojik olarak çoktan çözülmüş olan kadın ve erkek arasındaki eşitlik ya da çocuk yaşta evlilik gibi hususlar istisnai yaşanmışlıklar üzerinden köpürtülmektedir. Bazı sekülerler daha cesur bir şekilde Müslümanların dinlerinden kaynaklı bir sivil talebe de hakları olmadığını iddia etmektedir. Başörtüsü ile çalışma ve eğitim alma, işyerlerinde ibadetlerini yerine getirme ya da dini günlerine hassasiyet gösterilmesini isteme gibi hususlar bile entegrasyon önündeki büyük engeller olarak görülmektedir. Reforme edilmiş İslam’dan beklenen aslında İslam’ın kamusal yüzünün unutulmasıdır. İmam yetiştirme ile başlayan diyaloğun tükendiği yer, İslam’ın sekülerler için rahatsız edici kamusal yüzleridir. 

Temsil sorunu 

Konferansın yapısal sorunları da bulunmaktadır. Konferansa Müslüman bir ülkede din konusunda kaale alınmayacak kişilerin iştahla katılmasından ne tür bir sonuç beklendiği ilk elden anlaşılamamaktadır. Dahası ilgili kişiler ilmihal yazabilecek kadar alimane bir özgüvenle konferansta yer almak istemektedir. Müslümanların İslamofobik saldırılar karşısındaki mağduriyetleri ve uğradıkları ayrımcılıkla sıradan bir Alman kadar bile ilgilenmeyen bu kişilerin Alman İslam Konferansı’na söyleyebilecekleri hiçbir söz Müslümanları temsil etmemektedir. Son dönemlerde FETÖ’nün başarısız darbesinden kaçanların da ortak olduğu Müslüman cemaatlerin temsil gücünün sorgulanması, diyaloğu aslında monoloğa dönüştürecektir. Daha şimdiden Müslüman cemaatler kendi geleceklerine kendilerinin karar vereceği daha sivil oluşumlar peşindedir. Schura Bremen ve Hamburg gibi devletle sözleşme imzalamış yapıların federal düzlemde karşılığını bulması bu tür seyreltilmiş ve dayatılmış tartışma ortamında uzun sürmeyecektir. 

Konferansın yapısal sorunlarından biri de temsil gücü sınırlı olan ama ‘Alman İslamı’ gibi tezleri savunan küçük gruplara gereğinden fazla anlam yüklenmesidir. Aslında ilgili kişilerin çoğu da ‘Alman İslamı’nı sosyolojik anlamda anlamaktadır. Oysa konferansın beklentisi yeni bir ‘amentü’dür. Anadolu yaylalarının ayranlarıyla büyüyen ana babalarına karşı, alkolsüz bira düşkünlüğü tadındaki sosyolojik ‘Alman İslamı’nın, muhiplerinin de amentülerini sorgulama gibi bir niyeti bulunmamaktadır. 

Konferansın devletin gözetimi ve denetiminde yapılması ise demokratik politik hayatı güçlendiren değil, zayıflatan bir husustur. Devlet konferansa diyaloğun kurumsallaşması olarak bakmaktadır. Fakat kurumsallaşma tam da dinin bürokrasiye teslimiyetini hızlandırmaktadır. Dahası İslam, Hıristiyanlık gibi Kilisesi olan bir kurumsal din değildir. Herkesin medeni yaşamını mümkün kılan bir kurallar bütününe sahiptir ve her Müslüman o ilmihal ile sorumludur ama o kuralları uygulayacak bir Leviathan’a her zaman sahip olması gerekmez. İyiliği emredecek ve kötülükten sakındıracak devlet, imanın gereği değildir, maslahatın gereğidir. Oysa kurumsallaşması istenen İslam, aslında yönetilmek istenmektedir. Yani Alman bürokrasisi yönetebileceği somutlukta ve sınırlılıkta bir din dizaynı arzu etmektedir. Tam da bu noktada Alman otoriter milliyetçileri devleti dine gereğinden fazla bulaşmakla eleştirmektedir. Yani İslam’ın ne olduğu bu kadar derinden devlet tarafından belirlenirse İslam’ın Almanya’da yabancı bir unsur olmaktan çıkarak meşruiyet kazanmasından korkmaktadırlar. Devlet ise kendini Müslümanlar arasında köprüler kuran bir arabulucu olarak görmektedir. 

Alman İslam Konferansı’nın nihai hedefi kendileriyle modern çağda yüzleşen Müslümanların doğruyu görmesini sağlamaktır. Doğru olan tabii ki aydınlanmacı değerler bütünüdür. Bu nedenle Müslümanlıkları sorunlu da olsa liberal ve seküler tatlar konferansın sorgulayıcı gücünü oluşturmaktadır. Müslümanlar öncelikle kendilerinden olanlara bakarak ne kadar yanlış yerde durduklarını anlamalıdır. Daha sonra ise devlet zaten onlara doğru değerler bütününü gösterecektir. 

Homojenlik refleksi 

Almanya İslam Konferansı, modern devletlerin homojenlik refleksleriyle hareket etmektedir. Benzer bir oluşum Fransa için de geçerlidir. Din adamı yetiştirilmesi, dış kaynaklı finansmanların sona erdirilmesi, dilin yerlileşmesi, dini hizmetlerin sosyal devletle bütünleştirilmesi, eğitimin etik boyutunun kazandırılması ve ulusal bütünlüğün korunması gibi konular konferansın ana gündemini oluşturmaktadır. Fakat devletle Müslümanlar arasındaki bu diyaloğun minarelerden ezan okunmasına mı yoksa Alman milli marşının okunmasına mı yarayacağı halen belirsizdir. Bu, bir dinlerarası diyalog da değildir. Seküler bir devlet İslam’ın amentüsünün yeniden yazılması için yine seküler olan bir konsil toplamaktadır. Yeni Alman ilmihalinde kaç farz olacağını zamanla öğreneceğiz. 

Müslümanlar açısından kurulan masayı terk etmek çıkar yol değildir. Fakat bu Müslümanların kendi aralarında kuracakları sivil masalara da engel değildir. Bu sivil masalarda Almanya’daki Müslümanların geleceği üzerine yine Müslümanlar düşünmek zorundadır. Müslümanca yaşam biçimlerine saygı duyulmasını sağlamanın yolu Müslümanlıklarından utanmalarından değil, gurur duymalarından geçmektedir. Derslerine iyi çalışan Müslümanlar dinlerinin hak olduğuna inanıyorsa kendilerini bürokratik anlamda kafeslemek için kurulan masaya hakim olmakta zorlanmayacaktır. 

@bunyaminbezci