Bütün bunlar Orta Asya efsaneleri mi?

Prof. Dr. İSKENDER ÖKSÜZ / Yazar
30.03.2013

Olmayan bir milleti var etmek ne kadar zorsa olan bir milleti yok etmek de o kadar yokuş yukarı bir çabadır. Türkmeniyle, Kürdüyle, Çerkezi ile ve en büyük çoğunluk olan, etnisitesini artık hatırlamayan, etnisitesi umurunda bile olmayan çağdaş halkıyla Türk Milleti bu topraklarda hükümrandır.


Bütün bunlar  Orta Asya efsaneleri mi?

Türkiye’nin memurları bir adada barış görüşmeleri yapıyorlardı. Sonunda silahlar susacak, sulh olacak ve analar artık ağlamayacaktı. Nihayet anlaştılar, işlerini bitirdiler, bir gemiye bindiler, yüksek bir moralle, neşeyle rıhtıma çıktılar ve coşkuyla karşılandılar. Başkentte bayram havası esiyordu. Pek de taviz verilmeden barışa ulaşılmıştı. Silahların susmasını, anaların ağlamamasını, barışı istememek için hasta veya sapık olmak gerekiyordu. Yine de kuşkulu davranan birkaç kişi vardı. Böyleleri hep vardır zaten. O günün havasına göre bunlar hastalıklı ruhlardır veya sabotörler... 

Döndükleri tarih nedir dersiniz? 1 Kasım 1918! Siz ne sanmıştınız? Adanın adı Limni’dir ama biz bu barış görüşmelerini Mondros veya Mondros Mütarekesi adıyla tanırız.  

Barış da, Yahya Kemal’in, Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık/Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık diye başlayıp Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi/Bu, insanoğluna bir şeyn olan, mütarekeyi diye bitirdiği 1918 şiirindeki “barış”tır muhterem cemaat.

Kuşkulu davrananlardan bugüne kalan isimler arasında, Padişah Vahdettin’i, Mustafa Kemal Paşa’yı, Halide Edip’i ve daha birkaç kişiyi sayabiliriz... Heyet Galata Rıhtımı’nda gerçekten coşkuyla karşılanmış. Bilmiyorum o zamanlar “Türkiye seninle gurur duyuyor” gibi sloganlar var mıydı? Heyet reisi, Hamidiye Kahramanı Rauf Bey düzenlediği basın toplantısında“Giderken bu derece mutluluk ve gurur duyacağım bir sonuç alacağımı ummuyordum” diyordu. 

Padişahın hiç de öyle düşünmediği davranışlarından bellidir. Heyeti karşılamaya Galata’ya inmediği gibi heyet kendisine arza geldiğinde de onları yarım gün bekletmiş, bu bekleyişten sonra dahi kabul etmeyip mütarekenin tam metnini Baş Mabeyinci Lütfi Simavi’ye verilmesi talimatını göndermişti.

Halide Edip, Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda, müttefik milletlerinin “insan hakları”, “adalet” gibi değerleri vardır ama bunları Türklere tatbik edecekleri çok şüphelidir der.

Mustafa Kemal’in ne düşündüğü de -Allah’a çok şükür-  yaptıklarından bellidir.

Tarihin acemileri ki bu okuryazarlarımızın yüzde doksan dokuzundan biraz fazladır, tarihe bakar, “ne aptalmışlar” der ve bu hükmü verdiklerine göre kendilerini biraz daha üstün, biraz daha akıllı hissederler. Ötekiler aptaldır, dolayısıyla kendileri akıllı. Aynı hataları, aynı aptallıkları kendilerinin de yapabileceklerini, hatta şu anda yapıyor olabileceklerini akıllarının ucundan geçirmezler. Kendileri de tarih olup arkalarından “ne aptalmışlar” deninceye kadar... Keşke ileri görüş de geri görüş kadar berrak olsa. Tarihin tekerrürleri hakkında söylenen çok şey var. Mehmet Âkif’in, Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar/Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdimısraları en çok hatırlananlardandır. Mark Twain biraz farklı düşünür,  “Tekerrür etmez amma kafiyelidir” der. 

İhtiyaca göre tarih...

Tekerrür eden sadece tarih değildir, 

iktidar sahiplerinin tarihe yapıp ettikleri de tekerrür eder. Tarihçi Morris, bir “Batı niçin -şimdilik- öndedir” adlı eserinde şu fikri bir leitmotif gibi kitabının birçok yerinde kullanıyor: “Her devir, ihtiyaç duyduğu fikri yaratır”. İsterseniz “her devir ihtiyaç duyduğu hakikati yaratır” da diyebilirsiniz. Yaratılan o hakikat hakikatin tam tersi bile olsa. Bir aralık Osmanlı kötüydü. Selçuklu ondan da kötüydü. Bu iki büyük imparatorluktan daha şanlı bir eski Türk tarihi yaratma peşine düşüldü. İşte Hititler’in Türklüğü ve bizim yaştakilerin ve daha eskilerin okulda okuduğu, duvarlarda gördüğü “Göç Yolları” haritaları böyle doğdu. Türkolojinin dünyaca tanınmış zirvesi -ve gayet tabiî Turancı, Başkurdistan Cumhurbaşkanı-  Prof. Zeki Velidi Togan, buna itiraz edince o olağanüstü teorinin açıklandığı tarih kurultayından ayrılmak zorunda kaldı. Siyasilerin hıncı yatışmadığı için yıllarca Türkiye’yi de terk etti. Bu bilim düşmanı tutumu protesto eden -yine Turancı- Nihal Atsız ve müstakbel eşi Bedriye Hanım da üniversiteden atıldı. İlim de neymiş? Millî Eğitim Bakanı’ndan iyi mi bileceklerdi!’ Turancılıklarını kasten vurguladım; çünkü Bakanlığın tezi süper Turancı bir tezdir, fakat Togan ve Atsız gibi Turancılar aynı zamanda bilim adamdır. Ne aptalca işler değil mi? Bugün artık uydurma tarih yazılmaz... değil mi? 

Öyle anlaşılıyor ki günümüzün “âkil” adamları”na o günlerdekinin tam tersi bir tarih lazım. Morris yasası hemen çalışmalı ve günün siparişine uygun bir tarih yaratılmalı. Gerçekler? Şimdi gerçeklerle kafaları karıştırmanın, oyunbozanlık yapmanın zamandı değil! Bu tarih, Türk diye bir şeyin aslında olmadığını, bunun da Mustafa Kemal tarafından icat edildiğini söylemeli. Anayasada da gerekli değişiklikler yapılacak ve Türk kelimesi geçmeyen bir metin hazırlanacaktır. Dense dense en çok “milletimiz” denir, bu milletin adı yoktur. Belki bilahare içinde Allah ve Muhammed bulunmayan bir Müslümanlık da geliştirilebilir. Meselâ sadece dinimiz, hatta onda da etnik anlamlar var, “inancımız” deriz ve bir dinî grubun tahakkümünden çok demokratik çok kültürlülüğe geçeriz. Siparişe göre maharetle imalat yapacak bilim adamları derhal ortaya çıktı. Hali hazır devrin hikmeti “Orta Asya efsaneleri”nden âri bir yeni tarih gerektirmektedir. Nelerden kurtulmamız lazım bir bakalım: Bir kere şu Orhun Yazıtları’ndan, orada kendilerine ‘Türk’ demelerinden filan kurtulmalıyız. Hani “üstte gök çökmese, altta yer delinmese ey Türk milleti senin ilini, töreni kim bozdu” diyen adamlar var ya, onlardan. Zaten oradaki ‘Türk’ ses benzerliğinden ibarettir. “İl” devlet falan demek değildir. Kasabadan büyük bir yerdir. Töre de aşiretlerin genç kadınları öldürmesine verilen isimdir. Kaldı ki bunları yazanların Müslüman olmadıklarına dair deliller vardır. Madem ki bizi birbirimize bağlayan asıl kuvvet Müslümanlıktır, o halde bunlar bizim milletimizden değildir. Sonra Oğuz Destanı, Manas Destanı falan, adı üstünde destandır, gerçek değildir. 

Ferid Zekeriya’ya, “onbirinci asırda Orta Asyalı bir Türk şairi devlet mekanizmasının nasıl çalışması gerektiğini çözmüştü” dedirten Kutad Kubilig’le alakamızı bir an önce kesmeliyiz. Ferid Zekeriya gerçi Müslümandır ama ne de olsa Yahudilerle düşe kalka güvenilirliğini kaybetmiştir. (CFR’nin adamı ya!) Yusuf Has Hacib’in “milletimiz”den olmadığı doğum yerinden bellidir. Balasagun’da doğmuş. Milletimizden olsa buralarda bir yerlerde, mesela İstanbul, Siirt veya Filistin’de doğardı. 

Dede Korkut kitabı da öyle... Dede Korkut’un nerede doğduğu, hatta doğup doğmadığı bile belli değil. Zaten Dede Korkut Azerbaycanlı. Azerbaycanlı değilse de Türkmen veya Özbek. Bunların bizim “milletimiz” ile ne ilgisi var? Deli Dumrul’a mı inanacaksınız zamanımızın âlimlerine mi? Gazneli Mahmud? Gazne nire, buraları nire? Olsa olsa Moğoldur. Onun “Allah Türkleri yüceltti” dediği de “bizim milletimiz” değildir. Ordakilerin milletidir. Peygambere Resul demeyip “Yalvaç” dediği için Müslümanlığından bile şüphe edilmelidir. 

Yusuf Has Hacip? Geçin bir kalem. Zaten Muhakemetül Lugateyn’i de Türkçe değil. Kalem deyince aklıma geldi, Ali Şir Nevaî ne demiş? Türk nazmıda çü min tartıp alem/Eyledim ol memleketni yek-kalem (Ben Türk şiirinde bayrak kaldırdığım için o memleketi birleştirdim). Bu lafların bizim kültürümüzle ne alakası var? Üstelik bunların tamamı Fransız İhtilali’nden asırlar önce yazılmış şeyler. Onbirinci, onikinci hatta hatta altıncı asra ait metinler. Millet Fransız İhtilali ile ortaya çıktığına göre bunlar asla bir milletten bahsediyor olamazlar. Komünizm döneminde bir Çekoslovak tarihçi, Batılı meslektaşına şikâyet ediyormuş: “Gelecek kesin! Gelecekten şüphemiz yok. Fakat şu Allah’ın cezası geçmiş durmadan değişiyor!”. 

Geçmiş nasıl da değişiyor!

Öyle ya. Gelecek kesindi. Dünya komünizme doğru yürüyordu. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve bizdeki takipçilerinin “bilim”i bunu kesinlikle ispatlamaktaydı. Gelecekten şüpheleri yoktu. Fakat şu Allah’ın cezası geçmiş! Sovyet zamanında bırakın komünizm öncesi tarihi, Bolşevik İhtilali’nden sonraki tarih, yaşayanların henüz yaşlanmadığı tarih bile hemen her yıl değişiyordu. Bolşevik İhtilal Komitesi’nin Kremlin’in bir balkonunda birlikte çektirdiği fotoğraftaki insanlar, Sovyet Komünist Partisi Tarihi kitabının her baskısında teker teker yok olmaktaydılar. Galiba son fotoğrafta bir tek Stalin kalmıştı. Stalin’in çok kötü bir adam olduğuna karar verdikleri Krutçef döneminde fotoğrafa ne oldu bilmiyorum. O zamanlar Photoshop olmadığı için bu işlem, orijinal fotoğraf üzerinden kompresörlü bir boya püskürtücüsü olan “airbrush” ile yapılıyordu. Dolayısıyla silinenleri geri getirmek pek kolay bir iş değildi. Krutçef döneminde Bulgaristan’da bir dershanede, hoca tarih anlatırken okul müdürünün sınıfa girip öğretmenin kulağına fısıltıyla, Stalin’in artık büyük kurtarıcı olmadığını, bu hususun az önce Sofya’dan, oraya da Moskova’dan tebliğ edilen bir emirle belirlendiğini söylediğini, bunun üzerine hocanın öğrencilere dönüp “Şu ana kadar anlattıklarımın hepsi yanlıştı. Doğrusunu şimdi anlatacağım” dediği meşhurdur. Şimdi de bir takım “âkil” adamlar, şimdiye kadar söylenenlerin hepsinin yanlış olduğunu, doğrusunu şimdi anlatacaklarını söylüyorlar. Fakat bu defa proje daha da büyük. Kompresörlü fırça tek tek insanları değil, bir milletin tamamını silmeğe çalışıyor; hem de o sildikleri milletin gözünün içine baka baka. 

Çekosovakya’dan açılmışken oradan devam edelim. Dâhi Çek yazar Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı adlı eserindeki âmâ Çek tarihçisi Milan Hubli’nin sözlerine bir kulak verelim: “Bir halkı yok etmek için atılacak ilk adım hafızasını silmektir. Kitaplarını tahrib edin, kültürünü ve tarihini tahrib edin. Sonra birilerine yeni kitaplar yazdırtın, yeni bir kültür imal edin, yeni bir tarih icad edin. Kısa bir zaman sonra millet kim olduğunu ve bir zamanlar ne olduğunu unutmaya başlayacaktır. O milletin çevresindeki dünya ise o milletten daha da çabuk unutacaktır.”

1984’ün, Hayvan Çiftliği’nin George Orwell’i de benzer şeyler söylemiş: “Bir halkı tahrib etmenin en etkili yolu, kendi tarih anlayışlarını reddetmek ve yok etmektir.” Etiler’in ve bu arada Adem Baba’nın da Türk olduğunu ispat çabaları ne kadar komikse, Türk diye bir millet olmadığını, o milletin bin yıldır Türkiye denilen bu ülkede hükümran olmadığını iddia etmek de o kadar komik. Olmayan bir milleti var etmek ne kadar zorsa olan bir milleti yok etmek de o kadar yokuş yukarı bir çaba. Türkmeni, Kürdü, Çerkezi ile ve en büyük çoğunluk olan, etnisitesini artık hatırlamayan, etnisitesi umurunda bile olmayan çağdaş halkıyla Türk Milleti bu topraklarda hükümrandır, ilelebet öyle kalacaktır. Adalardan bize bir yar gelmez! 

[email protected]