Türbanlıların Nişantaşı’nda işi ne?

MURAT GÜZEL Yazar
23.02.2013

Şimdiye kadar aşağıladıkları, hor gördükleri hayatlara sahip insanlarla aynı mekânları paylaşmaktan duydukları endişe tam da bu yaşam biçimleriyle rekabete girme korkusunun dışavurumudur.


Türbanlıların Nişantaşı’nda işi ne?

Türk Hava Yolları’nın bazı destinasyonlara uçuşlarında içki ikramını kaldırması Türkiye’nin son derece mühim ve de müzmin bir tartışma konusunu yeniden alevlendirdi. Konu elbette farklı hayat tarzları ve bu hayat tarzlarını sembolleştiren unsurlardan ilki olan alkol. THY’nin bazı destinasyonlara uçuşlarının ‘alkolsüz’ gerçekleşmesi etrafında kalem oynatan birçok ‘endişeli’ zevat bu gelişmeyi farklı hayat tarzlarına yönelik “otoriter muhafazakârlığın” ya da “muhafazakâr baskıcılığın” yeni bir örneği olarak algılayıp eleştirdi. THY’nin bazı destinasyonlara “alkolsüz uçuş” kararı elbette şirketin velinimeti olması gereken müşterisi ile şirket arasındaki bir mesele; fakat muhafazakârlık ile “alkolsüzlük” arasında kurulan denklem ile ‘çağdaş hayat tarzı’nın bir işareti olarak alkol tüketimi tasavvurunda tartışılması gereken birçok nokta bulunuyor.  Öncelikle, muhafazakârların alkol kullanımına ilişkin kısıtlamalara gideceği, “muhafazakâr baskı”nın farklı hayat tarzlarına bir ‘tehdit’ oluşturduğu algısı üzerinde durmak gerekli. Bu algının kendiliğinden, doğal bir algı olarak ortaya çıkmadığı görülmeli. Oluşturulan, kurulan, üzerinde çalışılan bir algı bu. Muhafazakârlıkla baskıcılığı eşitlemeyi amaçlayan bu ‘algı yapımları’nın nihayetinde amaçladıklarının siyasi bir takım getiriler olduğu hiç kuşkusuz. Bu niye böyle peki?

Gizli ajanda ortaya çıkıyor!

Cevap son derece kısa ve basit: Muhafazakârların gizli ajandası olduğuna dair o meş’um endişe ve şüphe. Bu endişe ve şüphenin geçerliliğini, haklılığını kanıtlamaya dönüşür bu algı yapımları. İşte o ajandanın gereği olarak THY’nin alkol servisinde kısıtlamaya gittiler’ diyebilmenin, böyle düşünmenin hazzını yaşar o ‘endişeli’ zihinler de. Muhafazakâr kökenli belediye başkanlarının yönettiği Ankara ve İstanbul gibi metropol şehirlerde alkollü işyeri açılmasına herhangi bir engel çıkarılmazken hayat tarzı olarak muhafazakâr olan Konya gibi ‘taşra’ sayılabilecek birçok şehirde alkollü restoran, kafe, bar vb. azlığını dillerine dolayanların, bunu bu şehirlerdeki hayatların ‘boğuculuğuna’ ve ‘muhafazakâr siyasetlerin’ baskıcılığına iyi bir örnek olduğunu savlayanların amaçladıkları şeyler açıktır. Üstelik bu ‘baskıcılık’ savının yanı sıra, amaçlananlara uygun üretilmiş başka bazı ek savlar da vardır. Sözgelimi, zaman zaman ‘Konya’nın Türkiye’de en çok içki tüketilen il’ olduğu ileri sürülürken bu şehirde alkol servisi bulunan işyeri sayısının azlığı bir nevi muhafazakârların ve muhafazakâr yaşam tarzlarının kapalılığına, asosyalliğine, mürailiğine delil olarak görülür. Konya’nın en çok alkol tüketilen il olmadığını istediğiniz kadar istatistiklerle, TAPDK verileriyle kanıtlayın; bu şehirde sürdürülen ve kendi içinde birçok çeşitliliğe sahip muhafazakâr hayat tarzlarına karşı içten içe beslenen hıncın ürettiği intikamcı saiklerin bir neticesi olan bu “kapalılık, asosyallik, mürailik” ithamını alt etmeniz güçtür.

Muhafazakârlığın “alkollü yaşam tarzlarını” yasaklayacağına ilişkin şüpheleri giderseniz bile, ‘kapalılık’, ‘asosyallik’, ‘mürailik’ ithamlarına karşı savaşmanız handiyse mümkün değildir. Zira bu tür özellikler her hayat tarzının bu hayat tarzını paylaşmayanlara verdiği ilk izlenimlerin bir türevidir. Pekâlâ muhafazakâr hayat tarzına sahip, yani alkolsüz bir hayat sürdüren bir insan için de alkollü mekânlar, alkol kullanılan ortamlar ve baştan sona alkol kullanımıyla tarif edilen hayat tarzları benzer yadırgatıcı, içine girilemez, sırdaş ve kapalı ortamlar olarak görünecektir. O hayat tarzına aşina olmayanlar, o ortamlarda nasıl konuşulacağını, nasıl oturulup nasıl kalkılacağını bilemez. Bu “cehaletin” ürettiği sakillik, eğretilik her davranışına, tavrına siner. Belli bir hayat tarzına sahip olanların ‘ortaklaşa’ paylaştıkları bir sosyallik, bu hayat tarzına yabancı olanların da eş ölçüde, herhangi bir yabancılık çekmeden paylaşabileceği bir sosyallik olmayacaktır elbette. Hatta bizzat bulunulan ortamdaki hayat tarzına yabancı olanlar, bu yabancılık sebebiyle üzerlerinde belli bir baskı hissedeceklerdir. Aslında ‘çağdaş hayat’ın body-guardlarının taşıdığı, ilk bakışta haklı görünen, ama inceledikçe haksızlığı ortaya çıkan endişelerin asıl kaynağı, farklı hayat tarzlarına yönelik baskıların ilk örneklerinin bizatihi bu “baskı endişesi”ni dile getirenlerce hayata geçirilmiş olmasıdır. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden bu yana sürekli propagandası yapılan bir hayat tarzının bugünkü temsilcileridir bu endişeyi dile getirenler. “Çağdaş yaşam” dedikleri hayat tarzının azimli partizanlarının gözlerden ırak tutmaya çalıştıkları şeyler, -kılık kıyafet uygulamalarından tutun da “halk plajlara akın etti, vatandaş denize girmedi” türü haberlere varıncaya dek- sadece geçmişte değil, şimdi bile toplumsal örneklerine pek sık rastlanan otoriteryanizmlerdir. Düne dek hayat tarzı bakımından en üst mertebede bulundukları varsayılan, Etiler’de, Nişantaşı’nda, İstanbul ve Ankara’nın en gözde semtlerinde rakipsiz hayat sürenlerin bu konumlarını “alkol kullanmak” gibi bazı basit sembolik eylemler üzerinden korumaya çalışmaları da şaşırtıcıdır. Gülriz Sururi’nin başörtülü kadınların Nişantaşı’nda görünmelerini açıklarken kullandığı cümlede yansıyan bilinç hali de bunu çok güzel yansıtmaktadır. Sururi’ye göre başörtülü kadınlar Nişantaşı’na “zorla gönderilmektedir”ler. Yani, bu başörtülü kadınlar nerelere nasıl gideceklerine kendi iradeleriyle karar vermekte değil başkalarının iradeleriyle zorlanmaktadırlar.

Nişantaşı’nın çağdaşlık kriterleri!

Bu noktada keşfetmemiz gereken şey, korumaya çalışılanın belli bir toplumsal-siyasal statü ve sözü dinlenirlik olduğu ve bu durumun “normalleştirilmeye”, bu duruma aykırı her durumun ise itham edilmeye çalışıldığıdır. Hissedilen “muhafazakâr baskı” endişesi, bu hayat tarzlarına sahip olanların statülerinin ‘olması gereken’ düzeye inmesi ve sözlerine rağbetin giderek azalması gibi normalizasyon süreçlerine verilen tepkilerin neticesinde ortaya çıkmaktadır.

O yüzden kendi yaşam biçimlerinin tehdit altında olduğu endişesini taşıdıklarını iddia edenlerin ilk amacı bu tehdidi izale etmek değildir. Çünkü kendi yaşam biçiminin bir başkası tarafından değiştirileceğini ve bunun için de baskı kullanılacağını ileri sürmek, paranoyayı geçtik, kendi yaşam biçimine, dahası kendine güvensizliğin de bir işaretidir. Kendi yaşam biçimini “yeniden üretmekten”, onu zenginleştirmekten, alıcı bir hale getirmekten, bu yaşam biçimini diğer yaşam biçimlerine nazaran tercih edilebilir kılmaktan yana yetersiz kişilerin ürettiği bir vehimdir bu algı belki de. Şimdiye kadar aşağıladıkları, hor gördükleri hayatlara sahip insanlarla aynı mekânları paylaşmak, aynı ortamlarda bulunmak zorunda kalmaktan duydukları endişe tam da bu yaşam biçimleriyle rekabete girme korkusunun dışavurumudur. “Muhafazakâr baskı” lafazanlığı da siyasal aygıtlar aracılığıyla bu hayat tarzlarına torpil geçildiği, rekabeti bu yüzden kaybetmeye başladıkları bahanesine hazırlıktır. “İranlaşma tehlikesi”, “Mahalle baskısı”, “Malezyalaşma korkusu” türü kampanyaların devamında değerlendirilmesi gereken “muhafazakâr otoriterleşme” algısı da birçok bakımdan gerçekliği olduğu gibi kavramaktan yoksun bir şekilde semboller üzerinden düşünmeye alışmış bir zihinselliğin üretimidir. Sembollerle düşünmek ise bir yerden sonra, düşünmenin kendisinin sembolikleştiği bir uğrakta son bulur.

[email protected]