Ulusalcı sol “millet”i neden sevmiyor?

Prof. Dr. MAZHAR BAĞLI
9.02.2013

Kendi halkına emperyalistlerden farklı bir gözle bakmayanların antiemperyalist olmaları ne kadar inandırıcı ve gerçekçi ise ulus kavramının farklılıkları tek bir kavram içinde eşitlediği iddiası da o kadardır.


Ulusalcı sol “millet”i neden sevmiyor?

Aristo’ya göre siyaset, insanı mutlu etme sanatıdır. İnsanın kusursuzluk arayışını somutlaştırma çabasının bir başka adıdır. Sevk idare işinin bir kural ve nizam içinde olmasını sağlamak için gerekli entelektüel çabanın ortaya konulmasıdır. İnsan bu dünyanın yabancısıdır. Toplumda var olan farklı çatışma alanlarını dengeli bir şekilde idare edebilme becerisini gösterebilmektir. İnsan buraya, bu dünyaya fırlatılmış olmanın çelişkisi ile hep bir arayış içindedir. Siyaseti kısmen bu arayışın yansıması olarak da görmek mümkündür. Siyasetin bir yönü düzen kurucu bir roldür bir yönü de düzene uygun aktörler oluşturmaktır.

Geçmişi dil taşır

Bu tavırlardan hangisinin belirleyici olduğu ya da benimseneceği ise bilgi kuramı ve anlayışı, varlık bilgisi ve varlığa karşı tutum ve duruş gibi hayli karmaşık olan bir arka planı vardır. Bu haliyle siyaset, ya kendisi var olan gerçeğe uyarak bir düzen tesis eder ya da var olan yapıyı değiştirerek yeni duruma uygun bir işleyiş gerçekleştirir. Ulus devlet fikri tam da bahsi geçen bu tavırlardan ikincisi ile açıklanabilir. Yeni kurulan devletler için uygun özneler oluşturma çabasının bir yansıması olarak etnisite merkezli bir toplumsal antropoloji dayatmasında bulunur. Bu tarz bir belirlenimin egemen olma ile gerçekleşmiş olmasının ne kadar faşistçe olduğunu Karl Smith’ den de okuyabiliriz. Nitekim o iktidarı istisnayı (anormal olanı) belirleyebilme imkanı olarak görür ve bu durum normal ile anormalın belirlenmesinde temel referansın toplumsal değerler ya da evrensel kriterler değil keyfi olduğunu söyler adeta.
Yeni egemenlik biçiminde düzene uygun öznelerin oluşturulması çalışmasında kavramlar ve dil çok merkezi bir konuma sahiptir. Keza bu yeni dünya geleneksel olanı bertaraf ederken öncelikli olarak da dil üzerinden yürütülen müdahalelerle kendisini var etmiştir. Bir başka ifade ile iktidar, kendisini öncelikli olarak paradigma üzerinden kurmaya çalışırken ilk hedefi dildir. Yani dünyaya karşı insanın girişmiş olduğu semantik müdahalenin kontrol edilerek onun var olma biçimini belirlemek ister. Özetle dil, bizim dünya ile aramızdaki en zamansız ve mekansız bağdır. Her zaman ve her mekanda vardır. İnsanın insanla, insanın evrenle olan ilişkisinde yaşanabilecek asimetrik ilişkide dil, hakem de olabilir hakim de. Dil sahip olunan insani birikimlerin aktarılmasına fırsat tanıyan, aynı zamanda değerleri açık-gizli içinde barındıran kodların bütünüdür.

Dil devrimi ne yaptı?

Bu özelliğinden dolayı dil, dini, siyasi, kültürel ve ideolojik alanlardaki operasyonların hep merkezindedir. Bugün var olan modernleşmenin dil üzerinden kurgulanan bir “meta söylem” olduğu bilinmektedir. Siyaset alanındaki paradigma değişimleri de dil üzerinden yürütülür denilirse yanlış olmaz. Geleneksel yönetim-egemenlik biçiminin sona ermesi ve modern ulus devletlerin inşa edilmesi aynı zamanda zımnen ulus devlete uygun aktörlerin oluşturulması sürecidir. Türkiye için de aynı durum söz konusu.

Denilebilir ki Türkiye bu anlamıyla en tipik örneklerden birisi. Geleneksel yönetim-ilişki biçimi bertaraf edilirken kurumsal bir farklılaşma ya da ihtilal gerçekleşmemiş aynı zamanda bir dil devrimi de yaşanmıştır.



Türkiye’deki dil devriminin temel hedefi okunması zor olan harflerin kolay olanlarla değiştirilmesi değildir. Geçmiş paradigmanın insanla ve dünya ile kurmuş olduğu diyalogu tamamen kesmektir. Hangi kelimesinin altını kazırsanız kazıyın sizi Allah’a götüren (Arapça ile akraba olan) bir dilin bertaraf edilip yerine seküler (batı toplumları ile akraba) olanın konulmasının seküler bir hedefi olduğu çok açıktır. Dini ve siyasi anlamları yeni döneme uymayan kavramlar bir bir yenileri ile değiştirilmeye başlanmıştır ki bunlardan en önemlileri de “ulus ve millet” kavramlarıdır.

Millet kavramı, dini bir referansa sahip olup esas olarak aynı bilgi kuramına (epistemolojiye) ve temel ilkelere bağlı olan inanç gruplarının toplamını ifade eder. En meşhur kullanımı “Hz. İbrahim Milleti” ki bu ifade tüm tevhidi inançlara işaret eder. Farklı inanç tercihleri olsa dahi aynı paradigmayı benimseyenleri tanımlar. Nitekim 1920’lere kadar böyle devam etmiştir. Sözgelimi “Osmanlı milleti” ifadesi sadece dini değil aynı zamanda siyasi birlikteliği de içerir. Nitekim tek partinin toplumsal mühendislik politikalarını derinleştirdiği günlere dek millet kavramının yerine başka bir ifadenin kullanılmadığı görülür. Kavim, millet, ümmet ve halk gibi ifadeler kullanılır eski Türkçe bir ifade olmasına rağmen “ulus” kavramının kullanımı yoktur.

Hz. İbrahim milleti, Osmanlı milleti  

Beyaz cumhuriyetin sarışın çocuklarının, millet, halk ve ümmet gibi kavramların toplumdaki bireyleri eşitlemiş olmasından duydukları rahatsızlığın bir yansıması olarak ulus kavramını tedavüle koydukları görülür. Uluslaşma üzerinden herkesi sınıfsız ve imtiyazsız bir statüde eşitlemeyi hedeflediğini iddia etmelerine rağmen sonucun aksi olduğunu görüyoruz. Toplumun kendi içindeki doğal ve makul olan sınıfsal hiyerarşisi yerini egemenlerin ideolojik ve kriterleri ile yöneten yönetilen ekseninde belirlenen sınıfsal ayrıma bıraktığı görülür. Yeni yöneticiler herkesi kendileri ile eşit görmedikleri için “millet” kavramının yerine “ulus”u kullanmaya başlamışlardır. Oysa ulus kavramı, (eski Türkçede de kullanılan bir kavram ama) yalın hali ile “devlet” demektir. Bu kavramın yaygınlık kazandığı ikinci dönem ise daha çok ulusalcı solun tohumlarını bu coğrafyaya eken Ecevit’in teşviki ile gerçekleşmiştir. İlk dönemlerde Ulus ifadesi daha çok “millet” kavramının içerdiği dini anlamları bertaraf etmek için tedavüle konuldu. Bu yeni dönemde ise tamamen etnik bir kökene işaret eden bir kavram haline gelir. Bu ifade Ecevit ile birlikte tamamen yeni bir anlam kazanır. İlk dönemlerde kurgulanan toplumdaki dini ve etnik olarak var olan pek çok farklılıkları içeren bir anlamdaki kullanımı daha sonra tamamen tek bir etnisiteye (kanı ve genleri ile Türk’e) indirgenerek faşist bir ideolojiye dönüşür.

Türk olmayanın Türkçülüğü

Bu planlı bir gelişmeydi ve 70’lerde öncülüğünü Ali Gevgilili’nın yaptığı bir ekipce, daha sonra İşçi Partisi çevrelerince kullanıma sokuldu. Kavramın içerdiği imanın sevimli hale getirilmesi için işin içine zorla bir anti emperyal anlam da dahil edildiği görülür. Kendi halkına emperyalistlerden farklı bir gözle bakmayanların antiemperyalist olmaları ne kadar inandırıcı ve gerçekçi ise ulus kavramının farklılıkları tek bir kavram içinde eşitlediği iddiası da o kadardır. Farklılıkları eşitleme iddiası içerdiği varsayılan kavram, zamanla bir faşizm ideolojisine dönüştü. Zaten yeni Cumhuriyetin tarihinin böyle bir değişime denk geldiğini de görmekteyiz. Ulusçuluk, sosyal darvinciliğin bir yansıması olarak toplum için yararlı olanın onların iradesi dışında dahi olsa mutlaka yapılması gerektiğini öngörür. Bir kazanım olarak “uluslaşma” politikalarının herkesi kuşatan bir kavram olma iddiasının aksi bir sonuç doğurmuş olması kötü bir tesadüf değildir. Toplumsal antropoloji üzerinde operasyon yapanlar bunun farkındaydılar. Onun için kendisini, dini, ideolojik ve etnik olarak farklı görenler aşağılanmış, gayri meşru gösterilmiş, horlanıp dışlanmışlardır.

“Türk ulusu” mefhumu o kadar idealize edilip kutsallaştırılmış ki ülkedeki en hızlı faşist ülkücülerin kahir ekseriyeti diğer etnik kökenden gelenlerdir. Zaten doğuştan ötekileştirilmiş olduğunu görenler, bu dezavantajlarını ancak bu yolla telafi edebileceklerini düşünmektedirler. Aksi halde Türklerle etnik olarak bırakın akrabalığı, husumeti bile aşikar olan Slav orijinli birisi hem de ülkenin en yüce yönetim merkezinde “Türklük” üzerinden ülkede yaşayan diğer kavimleri aşağılayabilmesi düşünülebilir mi? Siyaset, sevk ve idareyi tanımlamak için kullanılan bir ifade olmakla beraber insanın birlikte yaşamasına dair düşünceleri de ihata eden bir disiplindir. Eski çağlardan beri siyaset üzerine düşünce üretenlerin belki de buluştukları ortak payda kavramsal içeriklerin dönüştürücü gücüdür.

Alman faşizminden ilhamla

Nitekim Batı’da beyaz “Aryan” bir halk hayali, 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca büyük çapta destek gören ırksal hiyerarşi konularının vazgeçilmez bir parçasıydı. Hitler ve ideolojik kurmayları, bu teorilerden faydalandılar ve bu teorilerinin içerisinde, Yahudileri aşağı ve “daha yüce varlıklar” için tehdit unsuru olarak gören öğreti için özel bir yer yarattılar. Aynı zamanda bir halk, kültürel ve manevi açıdan bölünmez bir topluluk olarak bir ulus fikri de en güçlü ifadesini Alman faşizminde buldu. “Irk” fikri ilhamını biraz da 19. yüzyıldaki bilimden aldı, buna karşılık “halk” veya ulus fikri eninde sonunda “halktan olmayanların” yok edilmesi gerekliliğinde ifadesini bulan mistik bir milliyetçilikten esinlendi. Faşizmin bilimsel boyutu, sadece ırk biliminin ırksal bir hiyerarşi teorisi olarak ayrıntılarıyla incelenmesinden ibaret değildir, aynı zamanda nesil ıslahı çalışmaları ile yeni toplum inşalarını da içerir. Bu çabanın dil bilimsel boyutu fiziki baskıdan daha önemli bir konumdadır.

[email protected]