Yeni bir kriz ve mücadele alanı: Doğu Akdeniz

Doğu Akdeniz bölgesini 2000’li yıllardan itibaren bir mücadele alanı haline getiren temel unsur, bölgede enerji kaynaklarının keşfedilmesi, özellikle doğal gazın bulunmasıdır.

23 Mayıs 2019 Perşembe 07:00
Güncel Haberleri

AA



2000'li yıllardan itibaren bölgede enerji kaynaklarının keşfedilmesi, özellikle de doğal gazıın bulunması ile Doğu Akdeniz yeni bir kriz ve mücadele alanına dönüştü. Uzun yıllar önemini koruyan bölge yakın zamanda ise gerek ekonomik gerek siyasi sebeplerle çok fazla gündeme geldi. 

AA'da yer alan analizde yeni bir kriz ve mücadele alanı olarak Doğu Akdeniz'in önemi şu şekilde ele alındı: 

ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu’nun araştırmalarına göre, Doğu Akdeniz yaklaşık olarak 1,7 milyar varil petrol ve 122 trilyon fit küp gaz potansiyeline sahip. Bölgenin bu potansiyeli, bölge ülkelerinin yanı sıra dünyanın önde gelen enerji şirketlerinin ve enerji ihtiyacı yüksek devletlerin de dikkatini çekmeye başladı. Bu durum da bölgeyi yeni bir mücadele ve kriz alanı haline getirdi. Başta bölge ülkeleri olmak üzere, uluslararası enerji şirketleri ve yeni bir enerji jeopolitik merkezi olma yolunda ilerleyen bölgede söz sahibi olmak isteyen tüm aktörler çeşitli politikalar ve ittifaklar oluşturuyorlar. Bu çerçevede konu, bölge ülkeleri açısından üç boyutta ele alınabilir: Kıbrıs sorunu, uluslararası hukuk ve enerji güvenliği. Bölgenin ana aktörlerinden biri olarak Türkiye de politikalarını bu üç boyut üzerinden geliştiriyor.

Doğu Akdeniz jeopolitiğinin üçüncü temel boyutu enerji güvenliğidir. Bu konu Türkiye’yi öncelikle hem kendi enerji arz güvenliği hem de enerji ticaretindeki konumu itibariyle yakından ilgilendirmektedir. Doğu Akdeniz bölgesini 2000’li yıllardan itibaren bir mücadele alanı haline getiren temel unsur, bölgede enerji kaynaklarının keşfedilmesi, özellikle doğal gazın bulunmasıdır. 

Konu Kıbrıs üzerinden değerlendirildiğinde, böyle bir kaynağın varlığının adanın genel refahını arttıracağı göz önüne alındığında, problemin çözümüne katkıda bulunabilecek nitelik taşıyabileceğini söylemek mümkündür. Fakat Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) yaklaşımları değerlendirildiğinde, maalesef Kıbrıs sorununa başka bir boyut, yeni bir çözümsüzlük eklediği görülmektedir. GKRY, İsrail ve Yunanistan’ın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) haklarını yok sayarak hareket etmeleri, bölgedeki en önemli güvenlik problemlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunanistan’ın ve GKRY’nin Avrupa Birliği (AB) üyesi olması, konuya birliğin de müdahil olmasına neden olmaktadır. AB 2004 yılında, Annan Planı dahil tüm barış çabalarına her defasında olumsuz tavır alan Rum tarafını, hukuksuz şekilde, tüm ada adına üye olarak aldığını duyurmuştu. Rum tarafının (sanki Türk tarafı ve hakları yokmuşçasına) tek taraflı davranışlarına destek veren AB geçtiğimiz günlerde “Türkiye’nin Kıbrıs’ın egemenlik haklarına saygı duyması gerektiği” gibi tuhaf bir açıklama yapmıştır. Bu destek hem GKRY’yi hem de Yunanistan’ı cesaretlendirmekte ve Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC aleyhine eylemler yapmalarına neden olmaktadır.

Konuyu karmaşıklaştıran yeni bir gelişme de geçtiğimiz günlerde yaşandı. GKRY’nin Fransa’ya deniz üssü verilmesini öngören askeri anlaşmanın altı ay içinde yürürlüğe gireceğini açıklaması, genel manada bölge güvenliğini tehlikeye atacak, özelde de Kıbrıs sorunu açısından taraflar arasında yeni bir güvensizliği doğuracak bir hamledir. Zira anlaşma detaylarında görülmektedir ki Fransa bu üs vasıtasıyla, sözde Rum parsellerinde faaliyet gösteren Fransız petrol şirketi Total’e yönelik (parsellerin oluşturulması konusunda Rum tarafının tek taraflı davranmasından ötürü haklı gerekçeleri olan) Türkiye’nin olası müdahalelerini engellemeye çalışacak. Ancak bu örnekten açık şekilde anlaşılacağı gibi hem Yunanistan hem de GKRY uluslararası hukuk açısından tartışmalı ve tek taraflı eylemlerini meşrulaştırıp aynı zamanda da Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de kısıtlı bir alana mecbur kılmak için AB’yi defaatle bölgeye dahil etmeye çalışmakta, çalışmaya da devam edecek gibi görünmektedir. Bu durum ise Türkiye’nin hem kendi haklarını hem de KKTC’nin haklarını korumak için yaptığı tüm bölgesel işbirliği çağrılarına rağmen, bölgedeki gerilimin sürmesinden başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Uluslararası hukuk açısından konuya bakıldığında, Türkiye GKRY’nin tek taraflı olarak ve KKTC’nin görüşü dahi alınmaksızın ilan ettiği “Münhasır Ekonomik Bölge” (MEB) alanında Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin de hakkı olduğunu savunuyor. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıslı Türklerin Londra ve Zürih anlaşmalarından doğan hukuki haklarının olduğunu ve GKRY’nin tek başına herhangi bir girişimde bulunamayacağını açık şekilde bildirmesine rağmen, GKRY 2003 yılından beri MEB sınırlandırma anlaşmaları yapmaktadır. GKRY’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına Mısır, Lübnan ve İsrail ile “Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması” imzalaması da yine hukuksuz gerçekleştirilen eylemlerden biridir. Ayrıca GKRY 2007 yılında ilan ettiği MEB alanını 13 parsele bölerek enerji arama faaliyetlerine izin vermiştir. Bu durum hem bölge jeopolitiğine hem de Kıbrıs sorununa yeni bir boyut eklemiştir.

Türkiye bu tek taraflı eylemlere karşı çıkarak, yapılacak herhangi bir doğalgaz sondaj çalışmasının Türkiye’nin onayı olmadan gerçekleştirilemeyeceğini savunmaktadır. GKRY’nin gerçekleştirdiği bu tek taraflı eylemlere ek olarak, belirlenen sözde parsellerde arama yapılması için Noble şirketine sondaj yetkisi verilmiştir. Türkiye de buna karşılık olarak, 2011 yılında KKTC ile “Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması” imzalamıştır. Buna ek olarak, Türkiye GKRY’nin tek taraflı belirlediği sözde parsellerden 1, 4, 5, 6 ve 7 numaralı olanların Türkiye’nin kıta sahanlığı ya da deniz yetki alanıyla çakıştığını ve bu bölgelerde Türkiye’den izinsiz hiçbir şekilde petrol ya da doğalgaz araması yapılamayacağını duyurmuştur. GKRY üç defa ihaleye çıkarak bu çakışma alanlarında arama yapılması için şirketlere yetki verse de, her defasında Türk donanması tarafından çakışma alanlarında gerçekleştirilmek istenen aramalara müdahale edilmiştir.

Konunun uluslararası hukuk boyutunun bir yanını parsellerin çakışması oluştururken, birbiriyle iç içe olan çok önemli bir diğer konu da Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarının paylaşılmasıyla ilgilidir. Zaten parsellerin çakışması da bu konudan kaynaklanmaktadır. Uluslararası hukuka göre, taraflar ya MEB sınırlandırmasını bir anlaşmayla yapmalılar ya da anlaşma yok ise eşit uzaklık ilkesini kullanmalılar. Fakat Yunanistan’ın ve GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı nitelikte belirlediği MEB alanları, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de dar bir alana mahkum etmeyi amaçlamaktadır. Günümüzde geçerli olan (Türkiye’nin taraf olmadığı) 1982 Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 74. ve 83. maddelerine göre, deniz yetki alanlarındaki sınırlandırmalarda geçerli olan hüküm “hakkaniyettir”. Dolayısıyla Yunanistan’ın da GKRY’nin de MEB sınırlarını belirleme yöntemleri ve belirledikleri MEB sınırları hukuka aykırıdır ve hakkaniyet prensibini hiçe saymaktadır.

Buna karşılık Türkiye 18 Mart 2019 tarihinde BM’ye gönderdiği mektupta, Türkiye’nin Akdeniz’deki kıta sahanlığının sınırlarını 32 derece, 16 dakika, 18 saniye doğu meridyeni ile 28 derece batı meridyeni arasında kalan bölge olarak belirlendi. Ayrıca Mısır ile Türkiye deniz yetki alanının orta hattının Türkiye’nin kıta sahanlığının sınırı olduğu belirtildi.

Doğu Akdeniz jeopolitiğinin üçüncü temel boyutu enerji güvenliğidir. Bu konu Türkiye’yi öncelikle hem kendi enerji arz güvenliği hem de enerji ticaretindeki konumu itibariyle yakından ilgilendirmektedir. Doğu Akdeniz bölgesini 2000’li yıllardan itibaren bir mücadele alanı haline getiren temel unsur, bölgede enerji kaynaklarının keşfedilmesi, özellikle doğal gazın bulunmasıdır. AB ve Türkiye gibi enerjiye ihtiyacı olan aktörler için, Doğu Akdeniz enerji kaynakları çok daha kritik bir hal almaktadır. Öte yandan sınırları olmamasına rağmen Doğu Akdeniz jeopolitiğinde söz sahibi olmak isteyen ABD, Rusya gibi ülkeler de gerek şirketleri gerek söylemleriyle bölgede etkinlik kurmaya çalışmaktadırlar. Bunların yanı sıra bölgede birçok enerji şirketi bulunmakta. Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren başlıca şirketler arasında Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), ABD’li Exxon Mobil ve Nobel, Fransız Total, İtalyan Eni, Güney Koreli Kogas, Katar Petroleum, İngiliz BG ile İsrailli Delek ve Avner yer almaktadır. Bu denkleme Kıbrıs sorunu ve uluslararası hukuk boyutu da eklenince, bölge hayli karmaşık bir hal almaktadır.

Türkiye doğalgaz ihtiyacının yüzde 99’unu, petrol ihtiyacının da yüzde 89’unu dışarıdan karşılamaktadır. Bu durum hem güvenlik bağlamında hem de ekonomik açıdan Türkiye için olumsuz bir tablo oluşturmaktadır. Türkiye bu durumu tersine çevirmek için enerjide dışa bağımlılığın azaltılması, yerel kaynakların kullanımının azami seviyeye yükseltilmesi, iklim değişikliğiyle mücadele hedeflerinden yola çıkarak yenilenebilir enerji kaynaklarının payını yükseltmek, enerji sepetine nükleer enerjiyi eklemek, enerji arz güvenliğini sağlamak için enerjinin alındığı kaynak ülkelerin çeşitlendirmesi ve kullanılan kaynakların çeşitlendirilmesi gibi bazı öncelikleri ve ilkeleri enerji politikasının içine dahil etmiştir. Bunların yanı sıra gerek Karadeniz’de gerek ise Akdeniz’de kendi yetki alanı içerisinde petrol ve doğalgaz aramalarına devam etmektedir. Türkiye petrol ve doğalgaz araştırmalarını milli enerji ve maden politikasının anahtar unsurlarından birisi olarak görmekte ve dengeleri değiştirecek unsurun keşfedilecek enerji kaynakları olduğunu düşünmektedir.

Türkiye açısından önemli konulardan biri de bölgedeki enerji kaynaklarının özellikle AB’ye nakledilmesidir. Türkiye bölgedeki en istikrarlı ve güvenli ülkedir demek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Türkiye, AB’nin enerji ihtiyacını karşılayacak birçok projede de yer almaktadır. Türkiye sadece bir enerji geçiş güzergâhı değildir, aynı zamanda bir enerji hub’ı (merkezi) olma hedefine de sahiptir. Bu çerçevede, Doğu Akdeniz’deki bulunan/bulunacak enerji kaynaklarının taşınması konusunda da en güvenli yol Türkiye’dir. Türkiye’nin bu tür projeler içinde yer alması, özellikle bölge ülkeleri arasındaki gerilimi azaltacak ve bölge içi işbirliğini arttıracaktır. Fakat GKRY bu konuda da Türkiye’yi dışarıda bırakacak bir boru hattı projesi ortaya atmaktadır. GKRY İsrail yetki alanında keşfedilen ve bölgedeki diğer enerji kaynaklarını AB’ye ulaştıracak denizden geçen bir boru hattı projesinin gerçekleşmesi için faaliyetlerde bulunmaktadır. Bu projeye boru hattı maliyetinin çok yüksek olması sebebiyle pek de sıcak bakılmamaktadır. Bu rağmen GKRY bu projeyi sık sık gündeme getirip Kıbrıs konusunda bir pazarlık malzemesi olarak kullanmak istemektedir.

Konu gerek Kıbrıs meselesi gerek uluslararası hukuk ve gerekse enerji arz güvenliği açısından ele alınsın, jeopolitik bir mücadele merkezi haline gelen Doğu Akdeniz üzerine yapılan tartışmalar daha uzunca süre devam edeceğe benziyor. Ancak bölge ülkelerinin bir araya gelerek işbirliği çerçevesinde konuya yaklaşmaları hem enerji açısından hem de bölge güvenliği açısından son derece önemli sonuçlar doğuracaktır.