Nuh ALBAYRAK

nuhalbayrak@stargazete.com

ABD YİNE 12 EYLÜL GÜNLERİNİ ARIYOR

- Nuh ALBAYRAK tüm yazıları

38 yıl önceki “12 Eylül Darbesi”ni iyi anlarsak, bugün ABD ile yaşadığımız sıkıntıların teşhisini de doğru koyarız.

Hatırlıyor musunuz; polisler doktorlar, öğrenciler hatta aile fertleri bile sağcı-solcu diye ikiye bölünmüş, birbirini öldürüyordu. 

Her sabah helalleşirdik. 

O süreci, 80 öncesi okuduğum Galatasaray Mühendislikte iliklerime kadar yaşadım. 

Her tamirattan sonra tekrar bombalanan okulumuz, cam borcunu ödeyemez hale gelince bütün pencereler naylonla kaplanmıştı. 

Kalorifersiz “Ecevit kışı”nda, paltolarla ders işliyorduk! 

Bu şartlarda, mühendislik gibi ağır bir eğitimi 4 yılda tamamlamayı başarmıştım ama “Bitirme İmtihanları” yapılamadığı için mezun olamıyordum. 

Derken 12 Eylül imdadımıza yetişti! 

Olaylar bıçak gibi kesilmişti. 

Herkes derin bir “Oh” çekti, “Dünya varmış” dedi. 

    

Meğer hepsi yalanmış  

Ama sonra gözümüzdeki perde kalkınca öğrendik ki hepimiz; uzun metrajlı bir “Amerikan filmi”nin figüranlarıymışız. 

5 binden fazla gencimiz sırf bu filmin; “gerçekçi” olması için can vermiş. 

Meğer işin aslı çok farklıymış. 

Ambargo kararına rağmen geri adım atmayan Türkiye, bir de üsleri ABD’ye kapatma cüretinde bulunmuştu! 

1979’da, bölgedeki “en sadık müttefiki” Şah Pehlevi’yi de kaybeden Amerika için, “Türkiye’yi yola getirmek” şart olmuştu! 

Bunun için de uzun bir senaryo sahneye konmuştu. 

Meğer o acıları bize sırf, “Yeter, asker gelsin” dedirtmek için çektirmişler. 

Anarşiyi 12 Eylül’de bıçak gibi kesenler, onun için yıllarca uzaktan seyretmiş. 

Hatta Maraş ve Çorum gibi illerimizde, halkı birbirine kırdırmak için cinayetler işlenmiş. 

   

Asıl Amerika “Oh” dedi  

Nitekim darbeden sonra biz, “eşeğini kaybedip tekrar bulunca sevinen gariban”ın hesabı, “Anarşi bitti” diye avunurken, asıl kazanan ABD olmuş; bütün istekleri derhal yerine gelmiş. 

Darbecilerin ilk işi kapatılan üsleri açmak ve Yunanistan’a; NATO için destur vermek olmuştu. 

Darbeden sonra CIA Şefi Paul Henze’in, Başkan Carter’a verdiği “Bizim çocuklar başardı” müjdesinin(!) hikmeti buydu. 

Amerika’nın, Türkiye’de yaptığı bu “rot-balans ayarı” ilk değildi ve maalesef son da olmayacaktı. 

Ülkeyi yönetenler ne zaman ABD’nin “stratejik çıkarları” yerine millî menfaatlerimizi öne alsa, CIA; içimizdeki “o çocukları”na sinyali çakıyor ve “aynı film” vizyona sokuluyordu. 

    

Menderes Moskova’ya gidemedi

Hep böyle olmuştu… 

1960 öncesi merhum Menderes, aynen şimdiki gibi Rusya ile ilişkileri geliştirmeye kalkınca, Moskova randevusuna birkaç gün kala, “don”dan bahanelerle indirildi ve asıldı. 

(46 yıl sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da yine Moskova gezisi öncesinde 15 Temmuz darbesi yapıldı. Ama bu sefer, benim de takip ettiğim o gezi engellenemedi.) 

1971’deki “ayar”ı, dönemin Dışişleri Bakanı Çağlayangil çok net anlatıyor, “ABD Büyükelçisi, ‘Haşhaş ekimini durdurun’ dedi. Demirel kabul etmeyince, ‘Bundan çok fena neticeler doğacak’ dedi. Üç ay sonra bizim hükümet (12 Mart muhtırası ile) devrildi” diyor. 

Tesadüfe bakın ki, cunta başbakanı Nihat Erim’in ilk işi haşhaş ekimini yasaklamak oluyor.   

  

28 Şubat’ın “patron”u da onlar  

Merak etmeyin; 28 Şubat da “modern” bir Amerikan darbesiydi.  

Dönemin Dışişleri Bakanı Cristopher’ın, 30 Ekim 1996 tarihinde Ankara Büyükelçiliğine gönderdiği belgede, “Refah-Yol hükümeti Batı’dan (yani ABD’den)koparak; Arap ve İslam dünyası ile bağlarını yeniden kuvvetlendirmeye çalışıyor. Bu, bizim menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır” deniyor ve “Türkiye, ABD’nin anahtar stratejik ortağı (!) olarak kalmak mecburiyetindedir. Türk askeriyesi, bu sonucu elde etmek için harekete geçmelidir. Bu konudaki aksiyon planlarınızı bekliyorum” talimatıyla, “Amerikan tarzı çözüm” süreci başlatılıyordu. 

Bu sefer Amerika’nın; “medyadaki o çocukları” yüksek performans gösterince, hazırlık için 8 aylık süre yetmişti. 

Anladınız mı şimdi “tırmanan irtica”yı? 

Anladınız mı, bütün muhafazakâr kurumların ocağına incir ağacı dikilirken, FETÖ şirketlerine kapıların niye sonuna kadar açıldığını? 

    

Darbelerin asıl mimarı gazeteciler  

Geldik konunun “kilit taşı”na... 

Bütün darbeler, muhtıralar askerin işi olabilir ama asıl ortamı hazırlayan, laf zamanında demokratlığı kimseye bırakmayan ama aslında “darbe şeriki” olan gazetecilerdir. 

Dindarların tehdit oluşturduğunu iddia ederek, “Rejime ve laikliğe sahip çıkıyoruz” bahanesiyle, “darbelerin olgunlaştırılması” görevini hep onlar üstlendi. 

Bu millet düşmanları, öyle yüzsüz ve küstah ki, Amerikan operasyonu olduğu ortaya çıktıktan sonra bile, hâlâ darbelere destek vermekle övünebiliyorlar. 

Bu gazeteci kılıklı “darbecilerin amirali” Ertuğrul Özkök, özellikle AK Parti iktidarı döneminde yazdığı yazılarda, “28 Şubat’ı hâlâ destekliyorum, Kenan Evren’i açıkça savunacak cesarete sahip çok az yazardan biriyim” diyerek, demokrasiye ve darbelerin hedefi olan siyasetçilere meydan okumaya devam ediyor. 

    

Yargı tescil ediyor, hesap sormuyor

Daha da garibi, 28 Şubat Davası’nın; 5 Temmuz 2018 tarihinde yayınlanan “Gerekçeli Karar” metninde, bu darbeciler için; “Genelkurmay’ın talimatları doğrultusunda; gerçek olmayan haberler ürettiler, sanal irtica haberleriyle gündem oluşturdular. Bu genel yayın yönetmenlerinin desteği olmasaydı, 28 Şubat darbesi gerçekleşmezdi. Bu gazeteciler Anayasa’yı ilga ve hükümeti düşürme suçlarının şerikleridir” denilmekte ve Ertuğrul Özkök’ün de içinde bulunduğu “darbeci gazeteciler” isim isim sayılmaktadır. (Bilmeyen varsa; “şeriki”, ortağı demektir...)

Ama bunlar hâlâ kuruldukları köşelerinde operasyonlarına devam ediyorlar. 

Yargı “Bunlar darbeci” diyor ama gereğini yapmıyor. 

Allah aşkına; Türkiye’de gazetecinin darbe yapması serbest de bizim haberimiz mi yok?

    

ABD ile niçin anlaşamıyoruz?  

ABD ile ilişkilerimizin geldiği vahim noktayı bu “hatırlatmalardan” sonra değerlendirirsek, olup bitenlere daha sağlıklı teşhis koyabiliriz. 

Başından bu yana, Türkiye’de; ABD’nin her zorlandığında kullandığı bu “İngiliz Anahtarı”, son yıllarda iş görmez oldu. 

1 Mart 2003’te başlayan hayal kırıklığı (!) günümüze kadar; katlanarak devam etti. 

Her fiyaskodan sonra “Türkiye’ye daha büyük bir ders verme” teşebbüsü, daha büyük bir hezimetle sonuçlanıyor.   

*** 

Somutlaştıralım... 

2007’de Erdoğan’ın, kendisine karşı oluşturulan “siyaset, yargı ve asker” şeytan üçgeninden “millet ile birlikte” çıkma taktiği, Amerikalılar için “alarm” oldu. 

Bu kapı açılırsa, Türkiye’deki bütün operasyonlarının zemini olan “vesayet platformu” devre dışı kalacaktı!   

  

Sensörler sökülmemeli!

Zira, “kuruluş” aşamasında yerleştirdikleri o “vesayet sensörleri” sayesinde, 1923’ten bu yana Türkiye’ye uzaktan kumanda edebiliyorlardı. 

Halkın iradesini emperyalistlerin hizmetine sunan bu vesayet sistemi sürmeliydi! 

Onun için 2008’de AK Parti’yi kapatarak meseleyi kökten çözmek (!) istediler, olmadı.   

***  

Sonra daha kapsamlı planı devreye soktular. 

40 yıldır sinsice olgunlaştırılan FETÖ’ye “Yürü” denildi. 

“17-25 Yargı Darbesi” bu amaçla tertiplendi ama o da amacına ulaşamadı. 

Sonrasında Erdoğan’ın, “halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı” olmaması için FETÖ başta olmak üzere çok yırtındılar, yine engelleyemediler. 

Ama 7 Haziran seçimlerinde görülmemiş bir operasyonla, FETÖ’nün yanı sıra iş adamlarından siyasetçilere ve medya mensuplarına kadar bütün Erdoğan karşıtları, “terörü bitirecek tek yöntem” aldatmacasıyla, HDP’yi Meclis’e taşıyarak; AK Parti’yi düşürmeyi başardılar. 

İkinci adım ise “Büyük Koalisyon” ayağına, AK Parti’nin CHP ile hükümet kurmasını sağlayarak cenaze törenini tamamlamaktı. 

Böylece Erdoğan’ın altındaki halıyı da çekmiş olacaklardı. 

Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderlik dehası sonucu 1 Kasım 2015’te bu senaryo da çöpe gitti.  

  

15 Temmuz ‘Altın Vuruş’

Bu gidişattan hiç hoşlanmayan ABD, kabaran öfkesiyle bölgemizdeki bütün ekibine “Altın Vuruş” talimatı verdi. 

PKK, tarihinde ilk defa; şehirleri işgal etmek için “hendek terörü”nü başlattı. 

FETÖ’ye, istihbarat başta olmak üzere devletin bütün imkânlarını kullanarak, hendek terörünü desteklemesi talimatı verildi. 

PKK, Doğu ve Güneydoğu’da hayatı zindan edecek, halk yine “asker gelsin” diyecek, peşinden de FETÖ devreye girecekti. 

PKK, polis ve asker kılığındaki FETÖ’cülerin yoğun desteğine rağmen açtığı hendeklere gömüldü ama “son darbe”, planlandığı gibi 15 Temmuz 2016’da devreye sokuldu. 

İlk hengâmede, sınırda hazır bekleyen PKK ve DEAŞ teröristleri açılan kapılardan silahlarıyla içeri dalacak ve FETÖ’cü yandaşlarıyla birlikte Türkiye’yi “Suriye”ye çevireceklerdi. 

Böylece, Batılı müttefiklerimiz diktatör (!) Erdoğan’dan kurtulacak, “bir ülkeye daha demokrasi getirmekle” övünecekti! 

Böylece, Türkiye’nin parçalanmasıyla kıyamete kadar savaştan kurtulamayacak olan bu bölge, “Büyük İsrail”e hazır hale gelecekti. 

Ama yine olmadı. 

Üstelik, ABD çok fena açığa düşmüş, suçüstü yakalanmıştı. 

   

ABD beceremedikçe hırçınlaşıyor  

Bu hezimet, Amerika’nın Suriye’deki planlarını da altüst etti. 

15 Temmuz’dan sonra enfeksiyondan arınan TSK, düzenlediği iki harekâtla ABD’nin, PKK/PYD ve DEAŞ işbirliği ile Akdeniz’e kadar uzatmaya çalıştığı “Türkiye’yi by-pass koridoru”nu kalbinden hançerledi. 

Bütün “vekillerinin” iflas etmesi üzerine, Amerika 15 Temmuz’dan sonra bizzat sahaya inmek zorunda kaldı. 

Sürekli kaybetmekten kaynaklanan agresiflik, Trump’ın haydutluğuyla da birleşince Amerika, eline geçeni Türkiye’ye fırlatmaya başladı. 

Hatta meseleyi, Türkiye ile Haçlı-Siyonist ittifakı arasında cereyan eden “din savaşı”na dönüştürdüler. 

Önceki başkanların sürekli ertelediği İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı, bu oyunun parçasıydı ama yine Türkiye’nin çabaları sonucunda BM’de, görülmemiş bir Kudüs hezimeti yaşadılar. 

Son günlerde maruz kaldığımız dolar operasyonu da, “CIA papazı” meselesinden ziyade, bütün bu hezimetlerin rövanşını almak için Trump’ın; bizzat ön saflarda yürüttüğü bir saldırıdır.   

***  

ABD ile yaşadığımız bütün bu problemlerin sebebi ise “Bizim millî menfaatlerimizi de dikkate alan, karşılıklı ortak çıkarlar üzerinden yürüyen bir ilişkimiz olsun” talebimizdir. 

Durum böyleyken, sırf Erdoğan düşmanlığının verdiği basiretsizlikle, “Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesinden ayrılmasaydık başımıza bunlar gelmezdi” diyen içimizdeki Amerikalıların, aslında kiminle beraber oldukları net anlaşılmaktadır. 

İşin özü, Amerika yine “o eski günleri ve o çocukları”nı arıyor.

Oysa Yıldırım Gürses’i dinleseler; boşuna beklemezlerdi: 

Gelmez o günler,

Dönmez o günler,

Mazide kaldı hep...