20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

“Beş yılda bir ergenliğe dönüyoruz” 

Kültür ve İktidar / Gündemden Tarihe Antropolojik Notlar kitabıyla bizi zamanda ve mekânda çok geniş bir alana sürükleyen sosyal antropoloji uzmanı Dr. Can Ceylân “Beş, bilemedin on yılda bir ergenliğimize dönüyoruz.” diyor. 

ZEYNEP TÜRKOĞLU4 Mayıs 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
“Beş yılda bir ergenliğe dönüyoruz” 

Aslında girmek istediğim kapı Dr. Ceylân’ın kitabının önsözünde hedefine aldığı “kültür merkezleri” meselesine ait idi. “Kültürü salonlarda icra edilen bir eylemden ibaret görmek… “ diye başlayan satırlar ilginç, hatta kışkırtıcı geldi. Fakat kültürün kavram olarak sınırsızlığı bizim sohbetimizi de hayli genişletti. Öncelikle karma hatta melez bir kültürleşme sürecinin ortaya koyduğu resme baktık. Orada elinde kılıcıyla Ertuğrul Bey’i gördük. Şöyle bir farkla; Kayı beyi Ertuğrul halkına yurt edinmek için çıkmıştı meydana. Güncel “Ertuğrul”un elindeki kılıç düğün pastası kesiyor. Neden bu tuhaflık? Gündelik hallerimizden girdik, gelecekten çıktık. Şimdi derin bir nefes alın, çünkü kıyılar bile derin… 

Bir yandan kültürümüzü yitiriyor muyuz, adetler bitiyor mu diyoruz ama bir taraftan Doğu-Batı, yerli-yabancı demeden hepsini yaşamaya çalışıyoruz. Bebeklerimiz için doğmadan “baby shower”, doğduktan sonra mevlid pilavı, loğusa şerbeti yapıyoruz. Hiçbirinden de vazgeçemiyoruz. Bir bana mı tuhaf geliyor acaba bu? 

Ritüel bir ihtiyaç. Mağarada da ritüel yapmış insan, sarayda da. Kültürün çıkarttığı bir şeydir, doğar, gelişir, yok olur. Bir sürü şey var. Eskiden genç çocuklar, delikanlılar ergenlikleri kutlamak için bir yerden atlarmış; Mostar Köprüsü’nden atlayan çocuklar gibi. Ya da ormana bırakılırmış, geri dönmesi erkekliğe adım işareti sayılırmış. Neden bunu yapıyorsun? Çünkü bir gelenek var. Sünnet olmak gibi. Peygamberlerden gelen Müslümanlık öncesine ait bir şey aslında. Gelenek dinin kendisi olmayabilir, ama aykırılığı yoksa da devam ettirilir. Peygamberimiz yapmış sünnet demişiz, yapılmaması gerekenleri de reddetmiş. Bu şu demek aslında sizin geleneğinizdeki İslam’a uyan şeyleri yapın, uymayanları atın. Dinin kendisi ile kültür arasındaki ilişkiyi de doğru okumak önemli. Mesela benim derslerde verdiğim bir örnek, sorduğum bir soru var; Peygamberimiz İskoç erkeği olsaydı ne olacaktı? Giyinişimiz nasıl olacaktı? ‘Hocam İskoç’tan peygamber mi olur’ diyorlar. Allah sana mı soracak? Japon da olabilir, Rus da olabilir, İskoç da olabilir. Bu Allah’ın takdiri. O halde sünnet ve örnekliğin ne olduğunu bir de bu gözle değerlendirmek lâzım. 

Peki bu ritüeller, gelenek hakikaten niye lâzım? 

Geleneğin kaynağı bilinmeyince, sağlam kazığa bağlı olmayınca onu da yapayım bunu da yapayım gibi şeyler çıkıyor. Mesela bekarlığa veda partisi yapan kız var bugün değil mi? Bekarlığa veda partisinin orijinal amacı o güne kadarki serbest hayata çizgi çekip, mahremiyeti artık tek kişiyle paylaşmadan evvelki son macerayı yaşamak. Bizde kına gecesi var. Ama yaklaşım ve niyet farklı. Ritüele dönersek, gereksiz mi? Hayır. Hatta bir ihtiyaç. İnsanlara bir dönüm noktası vermeniz gerekiyor. “Bak kızım sen artık evleniyorsun. Bak oğlum sen evleniyorsun. Bunu ve bunun getirdiği sorumlulukları hatırla. Bu senin milatlarından biri.” Yoksa iki şahitle tamamdır. Ama bu çok basit gelir insanlara. Mesela bir çocuk oldu, o çocuk bunu bilmiyor. Ama çocuğun doğumu üzerinden bir törenle çocuğun babasına “Bak artık sen babasın” diyoruz. Bütün davetler, yemekler, lohusa şerbetleri, 40 uçurmalar, hepsi kişiye kimliğini ve sorumluluğunu hatırlatma, onu psikolojik ve sosyolojik olarak buna hazırlamadır. Doğumdan ölüme kadar böyle. Ölüm ritüelleri var. Adam ölmüş gitmiş, o yapılanları biliyor mu? Niye bu kadar kıyamet kopuyor? Çünkü şu; yanımızda oturan adam artık yok. Dün beraberdik, 40 sene beraber yaşadık. Ama artık yok bu adam. Bunu da sen o toplumdaki insanlarla beraber idrake çalışıyorsun. Yemek yiyorsun, dua ediyorsun. Millet aç olduğu için yemek yemiyor herhalde. Başka bir yere geçelim; mesela namaza hazırlık için öncesinde abdest alıyoruz Bu bizde bir hazırlık sürecini de oluşturuyor. Namaz kıldıktan sonra da pat diye o halden çıkmıyoruz, duası var, tesbihatı var. Her şeyi giriş gelişme sonuç olarak yaşıyoruz. 

Ama biraz karmaşık, belki melez bir uygulamamız da var. 

Ortaya çıkan resimden kafanın karışık olduğu belli oluyor. Bazı şeylere bazı değerler, mesela kutsiyet atfetmek de söz konusu olabiliyor. Mesela kendine referans olarak Osmanlıyı, onun kurulduğu dönemi alıyor. Ama öz mü, şekil mi, ayrıca konuşmak lâzım. Adam Kayı düğünü yapıyor. Börk giymiş damat, yanında beyaz gelinliğiyle de gelin var. Diyorum ki Ertuğrul Bey’in hanımı böyle miydi? İkincisi, Ertuğrul Bey kılıçla pasta mı kesmişti? 

Neden böyle? Kimlik mi arıyor? Nedir sebebi? 

Toplum aslında o kadar çabuk değişiyor ki. Sağlam durmazsak hemen hemen 3-5 yılda bir kendi hayatımızda ergen oluyoruz. Eskiden insan dedesinin doğrularıyla hayatını idame ettirebiliyordu. Sonra babasının doğrularının ancak yeterli olduğu bir zaman geldi. Şimdi 10 yıl önceki doğrumla ben kendimi zor idare ediyorum. Çünkü toplumdaki değişim çok hızlı. Eskiden yazdığımız mektup 15 günde gider 15 günde dönerdi. Birine söylediğin sözün cevabını biraz sonra almak söz konusuydu. Ya da bazen 1 ay sabrediyorduk. Şimdi biri size mesaj atıyor. Orada iki tık gördüğü zaman cevap alamadığı her saniye için “Hayırdır!” diye hesap soruyor. Tahammül yok. “Çağırdım gel”, “aradım cevap ver”. Nerede olduğun önemli değil. 

Sabrımız mı tükendi... 

Mevsimlerin, gün doğumunun ve batımının değişen döngüsüne bakmadan kendi standardımızı kural olarak koyuyoruz. Çalışmaya daima 9’da başlayıp 5’te bitiriyoruz. Doğaya kendimizi mümkün olduğu kadar kapatmışız. Mesela bu sene zeytin az ürün verebilir. Rekolte düşük. Buna alışık olmayan doğadan kopmuş bir insan, pamuğun, buğdayın bazen az, bazen çok verebildiğini bilmeyen bir çocuk azalan şeyden hayal kırıklığı duyar. Bir de her şey sürekli hızlanıyor. Altın sürekli çıkmalı, maaş sürekli artmalı. En, en, en! Daha, daha, daha! Reklamlara bakıyorum, sürekli daha emici çocuk bezleri yapılıyor. Yakında herhalde çocukları emen bir bez yapılacak! 

‘Daha’nın sonu yok. Kabullenemeyen insan tipini ortaya çıkarıyor bu. Başarısızlığı tatmadan, bir şeyi kaybetmeden, hayal kırıklığı yaşamadan yetişiyor bir çocuk. Hiç yorulmadan, hiç kaybetmeden başarmak ya da öyle olduğunu düşünmek bir yerden sonra insanı tüketir. 

Biz bunun sonuna gelmedik çok şükür ama Avrupa bunu yaşıyor. Avrupa’da en yüksek intihar oranının İskandinav ülkelerinde olması bunun bir sonucu. Refah seviyesinin artışı insanların birbirine maddi ve manevi ihtiyaçlarını ortadan kaldırıyor. İntihar sosyolojik bir olaydır, istisnaları olmakla beraber psikolojik değildir. 

Mutluluk endeksleri yayınlanır ülkeler bazında. İçmeye suyu olmayan insanların mutlu olduğunu görürsünüz. Çünkü hedefi var, amacı var. İstediğini yapabiliyor. Şimdi çocuklarımıza komut veriyoruz: “Mutlu ol!” Ama doğal olan şeyle bağlantısını kesiyoruz. Ya da hiç zarar görmemesini istiyoruz. 4 yaşında çocuk yazılım yapınca mutlu oluyoruz. Bisiklete binmeyi biliyor mu peki? Hiç ağaca tırmandı mı? Annesi tırmanmasını istemiyor. Çünkü düşmemesi lazım. Hepsi hatasız, kusursuz, pırıl pırıl maşallah. Bir yara, bere, çizik yok Bizim büyüklerimiz elimiz kanarsa tütün basardı, şimdi biz çocuklarımızı acile götürüyoruz. 

Götürmeyelim mi? Gelişmişlikten vaz mı geçelim? 

Gelişmişlik bizim tanımladığımız bir kavram değil ki. Birileri kendi şartlarından, ihtiyaçlarından ve ona uygun çözümlerinden hareketle söylüyor bunu. Diyor ki, bak ben gelişmiş ülkelerinden biriyim; benim eğitim seviyem bu, kitap okuma yüzdem bu. Tamam bunlar iyi de; ırkçılık var, yabancı düşmanlığı var, din düşmanlığı var. “Benden değilsen öl. Defol git” diyor gelişmişlik ama neye göre gelişmişlik. Antropolojinin esas meselesi, kültürel merkezcilik değil kültürel göreceliktir. Sana göre gelişmişlik başka, bana göre başka. Senin güzelin başka, benimki başka… 

“METROPOL DEĞİL KOZMOPOL LAZIM…”   

Güncel resim bu. Peki bu resim nasıl ve neden ortaya çıktı ve gidiş nereye? 

Elimde sihirli değnek yok. Sorumluluğun en üst derecesini üstlenmiş olan Peygamber’e (s.a.v) bile senin görevin tebliğ denilmiş. Ama sosyal bilimcilik açısından kültürel görecelilik tabanını oturursa, kötü ile iyinin aynı anda olabileceği bilinirse, her şeyin ve herkesin mükemmel olması arayışından uzak durulursa, bir şeyler değişir. Bir de toplumların yükselme ve yok olma dönemleri var. Bir ara Yunan çıkmış, Mısır çıkmış, İslam medeniyeti yükselmiş, sonra Batı çıkmış; iletişim ve ulaşım imkânları ile küreselleşme gerçekleşmiş.   

Peki küreselleşme nereye dayanacak? 

Ben dinimden aldığım moralle Allah nurunu tamamlayacak diyorum. Biz sosyal bilimciler sadece okuyabiliyoruz; böyle giderse şöyle olur diye. Bugünün resminde her şeye rağmen gelişmişlik makası çok açık değil. Dünyanın bir yerindeki imkân diğer tarafa 50 yıl sonra gitmiyor. Elimizdeki telefon her yerde aynı. Köyünde su olmayan adam da kullanıyor bunu, Bill Gates de kullanıyor. Eskiden bir muasır medeniyet hedefi vardı, aynı çağdaydık ama aynı seviyede değildik birbirimizle. Batı da bir gelecek gösteremiyor, o tarafta deniz bitti. 

Ne lazım? 

Hem kendi özelliklerini muhafaza eden hem diğerine algılayabilen bir anlayış lazım.  

Biz çok renkli, kozmopolit şehirlerde yaşadığımızı söylüyoruz ama? 

Metropolüz. Kozmopolit olabilmemiz için bu şehirde 7-8 dilin yerleşik halk tarafından konuşuluyor olması lazım ama biz dil-kültür zenginliğimizi fakirleştirdik. Çanakkale’de beraber savaştığımız adamın dilini yasakladık onun yerine arşımızdaki İngiliz’in dilini tercih ettik, onu benimsedik. Mevlana’nın zamanında Konya’da 7-8 dil konuşuluyordu. Acem’i de, Arap’ı da, Kürt’ü de, Türk’ü de, Gürcü’sü de, hepsi orada. Dolayısıyla sizin yabancı dil kavramınız da değişik oluyor. Hatta ‘yabancı’ kavramız da… Kozmopolit olursa saygı karşılıklı gelişir. Eskiden Ramazan ayında gayrimüslimler saygıdan sokakta yemek yemezken bugün özgürlük adına kendine Müslüman’ım diyenler açıkta yemek yiyebiliyor.    

Kitabın önsözünde bahsettiğiniz kültür merkezleri meselesine niçin bu kadar takılıyorsunuz? 

Çünkü kültürün merkezi olmaz. Kültür, yaptığınız binaya sıkıştırabileceğiniz bir şey değil. Hayatın içinde ve canlı. Kültürün ortaya çıkardığı bir şeyi bir tiyatro oyununa, bir filme, sergiye dönüştürebilirsiniz. O da kültür değil sanat olur. Benzeri durum dini hayatla cami arasında da var. Din hayatın bütünü içindir ve onun içindedir. Onun kuralları caminin içinde başka dışında başka olmaz.