25 sene sonra başörtüsünde neredeyiz?

Meryem İlayda Atlas / Gazeteci, Yazar
25.02.2022

Bugün neredeyiz? Başörtüsü toplumda tamamen normalleşmiş, artık üzerinde konuşulmayan ve bireysel farklılık olarak işaretlenmeyen tesettürün bir parçası mı? Maalesef bu soruya pek de olumlu cevap veremeyeceğim.


25 sene sonra başörtüsünde neredeyiz?

28 Şubat'ın en sembolik mücadelesi başörtüsü yasaklarına karşı verilmişti. Bu gayrımeşru yasaklara karşı geniş katılımlı eylemler yapılmış, hem lise hem üniversitelerde, okul kapılarında direnişler gerçekleşmişti.

Mesele bir tek okula alınmama konusu değildi elbette, dininin gereklerini yaşamaya dair irade ortaya koymak ve baskıya direnebilmekti. Bu sebeple başörtüsü eylemleri pek çok kesimin desteğini aldı ve başörtüsü yasakları bugün uygulayanların bile derin bir mahcubiyetle hatırladığı bir utanç uygulamasına döndü.

2013 yılından itibaren yasaklar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın girişimleri ile tedricen her alanda kaldırıldı, bugün, şükür ki, bu yasakları eğitim hayatında hiç yaşamayan bir nesil yetişti bile.

Peki, bugün neredeyiz? Başörtüsü toplumda tamamen normalleşmiş, artık üzerinde konuşulmayan ve bireysel farklılık olarak işaretlenmeyen tesettürün bir parçası mı? Maalesef bu soruya pek de olumlu cevap veremeyeceğim.

Evet, pek çok şey aşıldı. Temel problemler çözüldü. Devlet ve vatandaşı ilgilendiren o korkunç ayrımcılık duvarı yıkıldı. Ama iade-i itibarlar, değersizleştirme vesayetleri ve daha üzerinde çok düşünmediğimiz alanlarda çeşitli sorunlar devam ediyor.

Mesela okumuş yazmış seküler orta üst sınıflar başörtüsü takan profesyonel bireyleri kabullenebildi mi? Büyük holdinglerin, şirketlerin yönetici kadrosuna bakarsak pek de kabullenilmiş gibi gözükmüyor. Bu holdinglerde başörtüsü hala çaycı, temizlikçi gibi emekçiler için kabul edilebilir. Haydi diyelim ki, iş vermesinler. Kültürel ve sosyal alanda da kabullenme gözlenmiyor. Bütün başörtüsü takan kadınlar homojen/tek bir bütün gibi muamele gördüğü için yönetici, profesyonel, sanatçı gibi bir ayrımsamayı yapmaktan çok uzaklar. Zaman zaman içlerinden birileri çıkar ve başörtülülerin "kaçırdıkları eğlence için" "onlar" adına üzülür. Arada sırada iyi niyetle canına tak edip "ay ben sıkıldım senin bu kendini kapatmandan" diye haykırabilir.

İncelenecek 'nesne'

Hele de hem yabancı hem de yurt içindeki bazı gazeteciler için başörtülü kadınlar hala incelenecek birer nesnedir. Bu kişilerde bazen ansızın toplumu anlama ihtiyacı nükseder ve bu araştırmacı gazeteciler genellikle eşiti görmedikleri başörtülü bireyleri bulup soru sormak için kapılarını çalarlar. Eğer başörtülü kişi, bir de iktidara muhalif takılıyorsa paha biçilmez, övgülerine mazhar dahi olabilir. Tam bu esnada duygulanır ve bir arada yaşama, barış gibi laflar ederler. Bazı başörtülü bireyler bu tarz bir merak nesnesi olmak istemezse, araştırmacı gazeteciler sinirlenebilir ve onları toplumsal barışı tesis etmemekle suçlayabilirler. İşte "bunlar" son zamanlarda sosyal medyada kullanılan "kardeşim ben senin yılgın bir hoşgörü ile beni benimsemene mi kaldım?" grubuna girerler.

Zaman zaman üst orta sınıf seküler akademisyenlerden, artık "başörtülülerin ne kadar özgüvenli olduğu" gibi analizler gelebilir. Bu kişilerin geçmişinde muhakkak başörtülü bir kadını sıkıştırıp "sen diğerleri gibi değilsin" demişlik vardır. Araştırsak kesin buluruz. Yani mesele artık temel hak ve özgürlüklerden çıkmıştır ama özellikle profesyonel başörtülü kadınlarla ne yapacağını bilmeyen koskoca bir kamusal alan durmaktadır karşımızda.

Muhafazakârlar ne âlemde?

Peki ya muhafazakârlar ne âlemde? Onlar 28 Şubatta okusunlar diye mücadele verip, okula gitmeleri, sonra mezun olup meslek edinmeleri ve kamusal alanda bulunmaları için destek verdikleri kadınlarla kamusal alanda eşit düzlemde bulunmayı kabullenebildi mi? Bu sorunun cevaplarından birisi -her zaman değil- ama zaman zaman başörtülü kadınların muhafazakâr erkekler için "beklenmedik sonuçlar" olarak kamusal alanda göründükleri şeklinde olabilir. Ne de olsa kamusal alan, sınırlı pozisyon, alan, imkân ve mesleklerin var olduğu bir yer. Ve insanlar her zaman üniversite öğrencisi olarak kalmıyor. Nitekim güçsüzlüğü yönetmek, her zaman gücü yönetmekten kolaydır. Uzun lafın kısası, bu paylaşımın da çok adil olmadığını söylemek gerek.

Hatta bu analizi daha ileri götürürsek, ileri yaşlarda bulunan muhafazakâr kesimin erkekleri için kutsal analar ve bacılar söyleminin ötesinde başörtülü kadınlar için profesyonel hayatta umut vaat edici bir şey olmadığını söylemek gerek. Başörtülü kadınları profesyonel toplantılarda görmezden gelen, selam dahi vermeyen, ortamda hiç kadın yokmuş gibi davranan, aslen eve ve özel alana ait olduğunu düşündüğü bacıların o özel alanda kalması gerektiğini düşünen arkaik bir şey... Sayılar hiç az değil, lakin değişmesi bir an meselesi. Neyse ki, kadınları sık sık kadın hakları üzerinden provoke ederek iletişim kurmaya çalışan, onları kızdırarak, vesayet kurarak veya korumak üzerinden iddialarla bir tür hegemonya kurucu 30'lu yaşlarındaki ergenlerin sayısı da pek fazla değil.

Aktör olsun, özne olmasın

Başörtülü kadına söylemde atfedilen kutsallık ve yücelik, eylemdeki değersizlik duygusu ile birleşince garip bir kombinasyon ortaya çıkıyor. Başörtülü kadınlardan hem standartları daha yüksek CV, hem de daha düşük profilli hareket etmeleri bekleniyor. Yani aktör olsunlar ama özne olmasınlar. Kolay değil, 28 Şubat bitti ama o yılların ağır değersizleştirmesi akıllarda kaldı, zihinlerde yer etti.

Başörtülü kadınları profesyonel hayatta bir yere koyamamanın, hak ederek geldikleri mevkilerde eş/akraba referansı aramanın, giyiminin kuşamının didiklenmesinin, her tür değersizleştirmenin, başörtülü kadınlarla ilgili dindarından sekülerine solcusundan entelektüeline herkesin çok rahat yorum yapması, bırakın yorum yapmayı sokakta rahat rahat laf söyleyebilmesinin ardında altı doldurulmamış, üzerinde yeterince düşünülmemiş, sonucu tamamen kestirilmemiş bir eylemsellik olduğunu düşünmekteyim.

Dindar muhafazakâr kitlelerin 28 Şubat'ta verdikleri mücadele aslında soyut bir mücadeleydi. Bireylerden bağımsızdı, ilkeseldi ve dik, onurlu bir duruşu simgeliyordu. Bu hali ile barışçıl gösteriler yapmış, asla şiddete bulaşmamış, haklı ve onurlu bir direniş olarak pek çok kesime de heyecan ve ilham veriyordu. Hâlbuki bu mücadele bir yönü ile özgürlükler üzerinden bireylere dokunuyor ve onların hayatındaki doğrudan devlet müdahalesinin giderilmesi üzerinden net talepler içeriyordu. Peki sonra? Sonrası ne mi oldu? Kazanılmış bu haklı ve onurlu mücadele, bazı dindar erkeklerin kıyafetlerini beğenmedikleri başörtülü kadınların "Biz 28 Şubat'ta bunun için mi mücadele verdik?" diye kafasına kaktığı bir söyleme dönüştü. Hatta daha yetmedi, sosyal medyada siyasi görüşlerini beğenmediği başörtülü kadınların yorumlarının altına biz 28 Şubat'ta sizinle beraber mücadele ettik, etmez olaydık diye lanet eden solcular belirdi.

Bir yerlerde hata var

Demek ki neymiş, bir hak mücadelesi, karşısında mücadele verilen kesim kadar güya kendileri için mücadele verilen kesim için de Demoklesin kılıcına dönebiliyormuş. Bu söylediklerim o dönemde bu onurlu mücadeleye destek vermiş, bedel ödemiş kişileri genelleyen bir söylem değil. Ama meselenin bir yanı da gittikçe yaygınlaşarak "biz bunun için mi mücadele ettik sopasına dönüşüyor." Bunu konuşmak ve anlamak gerek. Zira bu söylemi 28 Şubat'tan 3-5 sene evvel doğmuş bazı gençlerin de sahiplendiğini ve bu söylemle sosyal medyada kadınların hal ve hareketlerine ahkâm kestiğini görmek ise gerçekten üzücü.

Bugün eğer meseleyi "okula gitmesi için destek verdiğiniz kadınlar bir gün o okula gidecek veya yurt dışına gidecek, dil öğrenecek, yetişecek ve kamusal alanda Müslüman kadınlar olarak varlık gösterecek ama o zaman, çok üzgünüz ki sizin vesayetinizi/ korumanızı kabul etmeyecek, zaman zaman da sizin talip olduğunuz işlere /görevlere talip olacaklar, doğal hegemonya alanınıza meydan okuyacaklar" şeklinde okumak zorunda kalıyorsak bir yerlerde hata yapılmış demektir.

Nitekim o günlerde direnen, onurlu tavır gösteren, boyun eğmeyen ablalarımıza ne oldu? Koca bir hak kaybı yılları. Özlük hakları teslim edilse bile kaybolan zaman yüzünden CV'lerinin boş görüntüsü zaman zaman yüzlerine vuruldu. Benim kuşağım mücadele ederek ara vermeden ilerleme imkânı bulsa da kendilerine zar zor açtıkları yerde "fazla güçlü" bulundular. Nereden çıkıp nereye gelindiğine hiç kimse dikkat etmedi.

Konuyu nasıl anlamalıyız?

Örneklerle durum tespiti yaptık. Peki konunun kaynağı nedir? Kaynak çok derin ve eski. Kadın olmak bir katman, başörtüsü başka bir katman, dindarlık bambaşka. Nitekim bugün gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere kapitalist istihdamın genelinde kadınların orta ve üst düzey yönetici seviyesinde olmasına karşı belirgin bir direnç var. Hal böyle iken, bu dirence bir de muhafazakârların kendi içlerinde kadınların kamusal alandaki konumunu anlamlandırma, alan açma konusunda direnç ve isteksizlikleri ekleniyor. Koç, Sabancı gibi büyük sermayenin şirketlerinde profesyonel başörtülü kadın yok hükmünde. Hâlbuki Türkiye'de artık her alanda yetişmiş başörtülü insan kaynağı var.

Başörtülü kadına hala siyaset desteğinin dışında profesyonel alanda normal bir kamusal alan açılmış değil. Zira Türkiye'de hâkim olan orta ve üst sınıf kültürü kedisini seküler ve kozmopolit olarak tanımlıyor, bir de üstüne üstlük eşitlikçi ve kapsayıcı olduğu gibi bir numara da çekiyor. Toplumun büyük kısmı bu kozmopolit denen alanı sorgulamadan bu numarayı yutmuş gibi gözüküyor. Hal böyle olunca dindar erkekler kendilerine bu kozmopolit kültürün içinde kravat ve dar takım elbiseleri ile sorgulanmayan bir kimlik oluşturabiliyor. Tabii hal, tavır, kıyafet ve hareketle dindarlığını belli eden erkekler de büyük sorunlar yaşıyor. Mesela içki içmemek veya namaz kılmak erkekler için de çok büyük bir sorun. Eşinin başının örtülü olması ve eşini saklamaması hala bazı ortamlarda problem. Maalesef acı ama aşılamamış bir durum.

Koç, Sabancı gibi şirketlerde sosyalleşme şekilleri yüzünden dindar erkekler de sorun yaşıyor. Zira bu tarz ortamlarda içki içmek gibi alışkanlıklar bir nevi işaretleyici görevi görüyor. Meseleye bu minvalden bakarsak sorunun daha büyük kaynağı daha net görünebilir.

Kültürel iktidar olarak adlandırdığımız ve Osmanlının son dönemi, ile Cumhuriyetin ilk yıllarında Batılılaşma süreci ile oluşturulmuş seküler üst kültür, kendisini güncel/global kültüre de kolaylıkla eklemlediği için hakim paradigmadan besleniyor. Sağlamasını Batı'dan yaptığı için de bu kültürün kendisini sorgulama, değiştirme, dönüştürmeye ihtiyacı bulunmuyor. Zira orta üst seküler kültür varoluşsal ihtiyacını kendi toplumundan zaten almıyor. Üst sınıf kültürünün bu şekilde kurgulanmış olması muhafazakâr camia içinden gelen erkekleri ve kurumları sınıf atlama veya toplumsal kabul almak için en azından görünüşte seküler ve kozmopolit bir çehre edinmeye itiyor. Zira bu sistemi dönüştürmek kolay değil, bazen profesyonel yaşamları ile aile yaşamları birbirinden çok farklılık arz ediyor. Zaman zaman da kozmopolit olduğunu iddia eden seküler üst kültür ile gizli veya gönüllü ittifak yapılıyor.

Sonuçta görünürlüğünü gizleyemeyen eğitimli ve profesyonel başörtülü kadınlar için iki yönlü bir mücadele ve bariyer söz konusu oluyor. Seküler orta ve üst sınıflar içinde hala açıkça dışlanıyor ve dindarlar arasında hala var olma mücadelesi veriyor. Bir yandan başörtülü kadınları ancak temzilikçi, çaycı veya Tarkan'ın son klibinde olduğu gibi atölyede konumlandıran ve profesyonel görüşlerini, eğitimlerini yok sayan seküler üst orta sınıflar, diğer yanda da kadınların geleneksel rollerini öncelemeden iletişim kuramayan muhafazakârlar...

Muhafazakâr kesimlerde tavır ve anlayış eksikliğinin yanında istihdam konusunda ise karnenin çok çok daha iyi olduğu konusunda hakkı teslim etmek gerek. En başta Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kadın istihdamı ile ilgili ortaya koyduğu çok net bir irade var. Gerçi zaman zaman siyaset kurumunun içinde Cumhurbaşkanının bu konudaki hassasiyetine dahi direnç oluşabiliyor. Yerel yönetimlerde üst düzey kadın istihdamı genel olarak çok zayıf. Siyasi kadrolarda çok daha iyi bir tablo varken yerel yönetim hala erkeklere ait bir iş olarak gözüküyor. STK'larda da durum farklı değil. Kadın/aile/ çocuk gibi durumlarda kadınlar STK ile ilişkilendiriliyor.

Toplumu dönüştürme noktasında herkesten mahir ve mükellef olan Ak Partinin siyasi elitinin yukarıda izah etmeye çalıştığımız arada kalmış, tam tanımlanmamış, yarım kalmış bu vazifeyi hatırlaması gerekir. Aksi takdirde okula gitmelerine destek verdiğiniz, mücadele ettiğiniz, kadınlara kamusal alan açmamak, seküler anlayışla ehliyetlendirilmiş kamusal alanın ekmeğine yağ sürmek demektir. Başörtülü kadınlar erkekler gibi "görünmez" olamadıkları için bu kamusal alanla kavga etmek istemeseler de maalesef çok sık bu kavganın bir parçası olarak kendilerini buluyorlar. Bu temsil potansiyeli çok ağır bir yük ve ister istemez siyasi ve toplumsal maliyetleri var.

[email protected]