11 Aralık 2024 Çarşamba / 10 CemaziyelAhir 1446

Hollywood'un dejenerasyon haritası

David Cronenberg’in son filmi Maps to the Stars/Yıldız Haritası Hollywood’un dejenere ilişkilerine odaklanmış çok iyi bir taşlama. Cannes’dan ödülle dönen Julianne Moore dikkate değer.

SERDAR AKBIYIK10 Ocak 2015 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Hollywood'un dejenerasyon haritası

Hollywood bilindiği gibi stüdyo sistemine dayalı bir endüstridir. Yani yönetmen, kim olursa olsun stüdyonun kurallarına bağlı kalmak zorundadır. Son şartları hep stüdyo belirler. Böyle bir sistemin içinde de yönetmen sineması yapmak kolay iş değil. Onun için Hollywood’ta kendi stiline sahip çıkmış yönetmenlere saygım büyük. İşte onlardan biri de David Cronenberg. Onun sineması tam bir taşlama aslında. Ama bunu nasıl yaptığına gelince; kendi içinde dönüşüm geçirmiş bir yönetmen Cronenberg. İlk dönemlerinde fantastiği zorlayan yaratıcı bir şiddetle yaklaşırdı konularına. Sonra 2000’lerin başında History Of Violence ve Eastern Promises geldi. Aslında yine anlatmak istediğini şiddeti ve öfkeyi kullanarak anlatıyordu yönetmen ama bu sefer daha normal, daha bilindik hayattan bir dil kullanıyordu. Bu hafta vizyona giren Maps to the Stars/ Yıldız Haritası filmini seyrettiğinizde o değişimin hala sürdüğünü görüyorsunuz. Cronenberg sineması hala evriliyor.

KARANLIK VE SÜRPRİZLİ BİR FİLM

Her şeyden önce Hollywood’a müthiş bir eleştiri var Yıldız Haritası’nda. Bu eleştiri sistemden daha çok insanların yozlaşmasına yönlenmiş. Madde bağımlılığı, dejenere olmuş aile bağları, ün ve paranın getirdiği bozulmuşluk filmin hikayesinin alt metnini oluşturuyor. Türünü belirlemek zor. Karanlık film veya suç filmi de diyebilirsiniz ama içinde barındırdığı sürpriz ve finaliyle akıl oyunlarının daha da baskın olduğunu da görebilirsiniz. Böyle bir filmi tartışmak ve anlatmak ne yazık ki sürprizini de bozmak anlamına geliyor. Kısacası bundan sonra okuyacaklarınız spoiler içeriyor. Havana, eski ününe tekrar kavuşabilme umuduyla parlak bir rolün peşinde olan hırslı ve güzel bir oyuncudur. Geçmişi sırlarla dolu çekici ve gizemli Agatha, Hollywood’a geri döndüğünde Havana onu asistanı olarak işe alır. Yıllar önce babası tarafından evden uzaklaştırılmış olan Agatha’nın planı, ünlü psikoterapist babası Stafford ve oyuncu kardeşi Benjie’nin hayatlarına gizlice dahil olmaya çalışmaktır. Agatha’nın ailesinden ayrılmasına sebep olan olaylar karanlık bir sırdır. Aile bunu yıldız mertebesine ulaşan oğulları Benjie’den bile saklamıştır. Yıllar evvel bu sırrı Agatha’nın öğrenmesi her şeyi değiştirir. Agatha’yı bu hikayeyi bilmeden yanına alan Havana ise kaybettiği ününün peşindedir. Büyük baskı altında hayaller görmeye başlar. Zamanında Havana’nın annesi de ünlü bir yıldızdır ve intihar etmiştir. Havana bütün bu dengesizlikleri sinemada kazandığı ün ve onun sağladığı şatafatla bastırmıştır. Şimdiyse yıllardır hasır altı edilen bütün gerçekler Havana’nın boğazına sarılmaktadır. Bu noktada Havana ve yeni menajeri Agatha birbirlerine benzemektedir. İkisi de şizofrenik bir durumda hayatın peşinde koşmakta ama arkalarındaki hayaletlerden kaçamamaktadır.

CESARET ÖRNEĞİ

Havana’yı canlandıran Julianne Moore bu filmdeki performansıyla Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı. Canlandırdığı karakter aslında kendi dünyasına ait olduğundan Moore’unki gerçekten büyük bir cesaret örneği. Agatha’nın babası psikoterapist Stanford’u canlandıran John Cusack için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Özellikle bu iki oyuncu, öykünün iskeletini oluşturan karakterler ve büyük eleştiriler bu karakterler üzerinden yapılıyor. Mia Wasikowska, Robert Pattinson, Olivia Williams gibi oyuncular da çemberi tamamlıyor. Robert Pattinson için şunu söylemeliyim: Harry Potter ve Twillight serisiyle ünlenen bu oyuncu, sadece genç bir yıldız olmamak için büyük çaba sarfediyor. Belirli bir yere kadar da bunu başarıyor. Ama doğal yapısı, entelektüel karakterler yerine daha saf ve düz karakterleri canlandırmasına izin veriyor. Cronenberg’in bir önceki filmi Cosmopolis’teki Pattinson ile bu filmdeki Pattinson arasındaki fark böyle açıklanabilir.