“Kar beyazdır ölüm…” şarkısı çalıyor radyoda. Şehre karın yağdığına dair ilk haberleri alıyorum sonra. “Çılgın bulutlar dönüyor başımda” diyor şarkı. Göğün yüzüne bakıyorum, bulutlar mavinin içinde erimeden duruyor öylesine.“Dursun dünya, dönmesin sensiz” sözleri eşlik ediyor yazıma. Bir fincan kahve, bir dilim çikolatalı-portakallı kek, şimdi uzakta kalan bir dost sesi. Okumanın keyfe dönüştüğü anları bırakıp yazıya döküldüğü anlara gelmişiz.
“BİR ESKİ KAVİL”
İncecik bir kitap Avcısını Taşıyan Ceylan… Hacminin küçüklüğüne aldanmamak lâzım. İçindeki anlam yoğunluğu; masalların, menkıbelerin ve efsanelerin imbiğinden süzülüp de gelmiş. “Avcısını Taşıyan Ceylan, İçerki Memleket, Zamanede Bir Hâl, Paslanmış Vişneçürüğü, Yağız, Zeval, Ömür Dediğin, Kâftar, Esirgenen, Sandık, çeyiz ve gelin, Annem Harikalar Diyarında, Hafif Bir İlkbahardım.” Oldukça ‘yüklü’ cümlelere sahip öyküler bunlar.
Bizi hayatın dağdağalı ritminden uzaklara taşıyan bir dil saklı bu öykülerde: “Artık ben de dünya perdesinde bir gölge, yaşadım durdum. Günlerim tespih tanesi gibi dizilirken orada burada, bir yol aradım durdum.”
Alışılagelmedik tanımlamalar da göze çarpıyor arada: “Bir eski kavil...” gibi. O cümledeki kavil kelimesini atsan tüm anlam yerle bir olacak sanki.
Sahici ve içten bir dille anlatıyor yazar öykülerini. İnandırıyor. Öyle ki anlatılanın ‘otobiyografik’ özellikler taşıdığını düşündürüyor. Bu da okurun yazarla özdeşlik kurmasını ve yazıda kendini bulmasını sağlıyor. “Evimiz o zamanlar kocaman bir yokluktu. Neresinden bakılırsa bakılsın yok. Bu yokluk da koca bir yüktü annemin sırtında.”
GECELERİN DUDU DİLLİ ŞEHRAZAT’I”
Kitapta anneler var, babalar var, köyler var, uzaklar var, uçurumlar var, yarlar var… “Annemin sessizliği bir söylenceydi artık.” diyen anlatıcının dilinde, ‘anne’ karakteri bazen efsanevi bir ‘kahraman’a dönüşüveriyor. “Böyle gecelerde uyunur muydu hiç! Annem ki bu gecelerin dudu dilli Şehrazat’ı, bize hangi masalı anlatacaktı bakalım.”
Geleneksel motiflerin sıkça yer aldığı bir kitap “Avcısını Taşıyan Ceylan”. Ancak öyküleri bitirdiğinizde hangi zamanda geçiyor, sorusuna net bir cevap veremiyorsunuz. ‘Zamansız’ demek belki de en iyisi!
“Leyla bir gece bir kılıç değer nakışa. Kana belenir. Bir yanda az sonraki tükenmişlik, bir yanda daha gününü bekleyen suskun tuğyan. Her bakış büyütür, derinleştirir bir duruşu, her bakış kör bir uçurum. Ten toy, dil suskun, sözler ok. Meşke hazırlanır ruh.”
Leyla, Mecnun’dan beri Leyla değil midir! Ve gelinler her çağda gelin, çeyizler çeyiz, sandıklar sandık. Marifet, onları alıp bir öyküye kahraman yapabilmek: “Her sandık unutkan bir emanetçi. Bir renk solarsa bir gün, kim bilir belki bir hüzün eğilir, bir gece iner sessiz konukluğun derinliğine.”
…
Alt başlıklar, bölümler, bölünmeler neredeyse tüm öykülerde ortak bir özellik gibi duruyor. Bunlar belki anlatıyı derinleştirmek için uydurulmuş oyunlar, belki de anlatıcının önünü kesip onu durdurmak için kazılmış küçük metin içi hendekler… Kim bilir!
İkinci baskısını yapan Avcısını Taşıyan Ceylan, okurunu bekliyor. Penceredeki kar eşliğinde… Geriye okumanın keyfi ve dilinizde uzun kış gecelerinin bıraktığı o öykü tadı kalıyor. Kalsın.
OKUR’UN YAZAR’A SORULARIDIR
-Öykü dilinizi besleyen unsurlar neler oldu?
Çocukluğumu pilli bir radyonun önünde yere uzanarak ve gözlerimi gökyüzüne dikip, Karacaoğlan’ı, Raskolnikov’u, Çehov’u, Karagöz’ü, uzun yollardan nadiren de olsa evine dönebilen Evliya Çelebi’yi, sonra; elinde sazı, dilinde kimi yakacağı belli olmayan sözleriyle dinleyenlerin içinde derin mi derin yaralar açan, sonra o yaraları yine dillerindeki merhemle saran davudi sesli, bülbül ötüşlü insanları bekleyerek ve dinleyerek geçirdim. Ve tüm bunlar da bana belki de, neyi anlatmam gerektiğini değil, nasıl anlatmam gerektiğini öğretti. Beklemek de susmayı, yani öykünün sırrını verdi. Öykünün anlatılanda değil, saklananda yaşadığını.
-Anlatımınız, hem masalsı/ menkıbevi hem de sahici... İkisini aynı anda yakalamak nasıl mümkün?
Edebiyatın dalları, bir ırmağı besleyen kollar gibi. Ben de öykücülüğümü beslerken olabildiğince masallardan, menkıbelerden ve hayatın acımasız gerçekliğinden yararlanmak istedim. Öykülerimdeki insanlar belki de gerçeklerle yüzleşecek kadar büyümediler ya da hayata karışacak kadar cesur değiller. Ya da kimbilir, masallara sığınacak kadar çocuklar da bunu kabul edemeyecek kadar korkaklar. Gerçeğin ağırlığıdır bize masalların kapılarını aralayan. İşte bu yüzden belki de bazı şeyler mümkün kılınabiliyor ama bunu yazar değil, yazının kendi aklı yapıyor, bize düşen yalnızca elimize kalemi almak oluyor.
-Nasıl bir 'yankı' kalsın istersiniz "Avcısını Taşıyan Ceylan"ın sesinden?
Kafka’nın Kanun Önünde adlıöyküsünü çok severim hele bir de Almancasından okumayı, müziği vardır sözcüklerinin, kokusu, insanlık tarihinin en yalın özeti bu öyküdedir belki de. Bir de Onat Kutlar’ın İshak adlı ölümsüz öykü kitabı. Avcısını Taşıyan Ceylan’dan bir yankı, bir söz kalacaksa yalnızca onlar gibi kalsın isterim.
-Kelimeleri seçerken tercihleriniz neye göre değişiyor? Ayrımlarınız var mı bu konuda?
Benim için yazı bir senfonidir. Uyum her şeydir öykü için de. Sözcüklerin müziğini ve uyumunu duymadan yazmak, sadece kendi başına bağırmaya benzer. Sözcükleri seçerken de bu uyuma dikkat ederim, kulağı tırmalamayan, kendi başına boşlukta asılı kalmayan sözcükleri ararım.
AVCISINI TAŞIYAN CEYLAN
ERKAN ASLAN
DEDALUS KİTAP