25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Çocuklar kuşların ve çiçeklerin adını öğrenmeli

Sevinç Çokum’un yeni kitabı Tek Kalan Fincan, kuşları, ağaçları tanıyan, otoyol kenarındaki fidanla konuşamamayı dert edinen her İstanbullunun seveceği türden bir kitap.

HALE KAPLAN ÖZ14 Aralık 2018 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Çocuklar kuşların ve çiçeklerin adını öğrenmeli

Usta yazar Sevinç Çokum’dan anlatı türünde yeni bir kitap: Tek Kalan Fincan. Çokum’un bu türdeki üçüncü kitabı. Roman ve öyküde olduğu kadar bu türde de ustalığını biliyoruz yazarın: 2003 yılında Havenk- Kayıp İstanbul ile TYB tarafından ödüle layık görülmüştü. Tek Kalan Fincan ise kuşları, ağaçları tanıyan, otoyol kenarındaki fidanla konuşamamayı dert edinen her İstanbullunun seveceği türden bir kitap. 

“Şehre sadece erguvan ağacı dikmek yetmiyor onların dilinden de anlamak gerek.” Dil meselesine aynı yazı içinde ‘ naçizane’ler, teessüf’ler, filvaki’ler yokluğuna değinerek dikkat çekiyorsunuz. Bu iki konuşma biçimi arasında nasıl bir bağ var? 

Aslında değişimler sosyolojik bir olgudur; burada kültür değişimleri, anlayışlar, yaşama biçimleri, algılar söz konusu. Erguvan bunun küçük bir ayrıntısı… Diyelim ki; eğreti, anlamsız yapılaşmaların örneği bir siteye Erguvan ya da koru,  gibi adları vermekle bu ferahlığı, yaşama sevincini veya bütünlüğü  sağlayamazsınız. Erguvan  dalından budağından çiçek fışkıran özgür bir ağaçtır. Ve bizim kültürümüzün bir parçasıdır o. Ancak topraklarımızın zaman içersinde çoraklaşması, birçok türlerin yok olması, korunamayışı acıklı bir tabloyu ortaya koyar. Bir apartmanın veya sitenin sadece adı olarak okur geçersiniz.  Bu Ağaç Başka Ağaç yazısında belirttiğim gibi ben erguvanı dalına kurulu salıncakta sallandığım günlerden biliyorum. Ancak sonraki kuşaklardan kaç kişi biliyor? Ne bileyim, onu tablolara geçirmek, onun için şiirler yazmak gibi hayatımızın güzel bir yanı olarak algılamak başka bir şey tabii. Aynı yönde konuşma üslubumuzun farklı zaman dilimlerinde halden hale girmesi de kaybettiğimiz veya bugün farkına varılamayan, yeni yeni hatırlanan ya da dalında sallanmadığınız erguvana benziyor. “Benim naçizane fikrim” demek bir alçak gönüllük ifadesidir.  60’lı yıllara veya biraz daha sonrasına kadar gelebilmiştir. Bu kelimeler ille de kullanılsın demiyorum; bunlar nezaketin örnekleridir. Zaman zaman hafifsenerek ortaya dökülüyor da artistlik yapma, gibi argo sözler öne geçiyor. Tabii dil bir bütündür halk ağızlarıyla, argosuyla da, bunlar dilin farklı renkleridir. Konuşma tarzımız kabalıklara daha fazla açık oldu demek istiyorum. 

Bir hatırlamalar kitabı olarak okudum ben Tek Kalan Fincan’ı. Bir ağaç, bir koku, ses ya da fotoğraf ne hatırlatırsa. Bir de yakalanan duyuşlar var,  “yağarken yetişmek için” düşülen notlar var. Hafızada kalan ile o sağanaktan istifade kaleme alının arasındaki farkı sormak istiyorum… 

Nisan  yağmuru manevi bir buluşmadır, toprağın ve alınacak ürünlerin hasreti, her anlamda bir coşku bir müjdeler akışı. Onun için Hayata Renk Katmak yazımda nisan yağmurlarına karışmak anlamında yağmurlara nasıl yüzümüzü tuttuğumuzu örnek göstermiştim. Böyle bir alışkanlık, halk arasında yaygın mıydı bilemiyorum; biz cildimizin daha renkli ve parlak olması için yağmura yetişir, yüzümüzü göğe kaldırıp ıslanmayı beklerdik. Bunu ruhumuzun arınması  şeklinde de yorumlayabilirim. Ve hala nisan mayıs aylarında yağmura çıkarım, ıslanarak yeni bir dirilikle yaşamımı sürdürürüm. Tabii yaşayarak anlamak duymak, eskileri hatırlayıp anmaktan çok farklı bir şeydir. Mevsimleri, yaşamak bir ağaca gerçekten görerek bakmak, insana zenginlikler katar. Bir ağacı yetiştirmek her yıl onun ne kadar büyüdüğünü gözlemlemek verdiği iki de olsa üç de olsa meyveleri seyretmek… Bir şeyin var olduğunu alabildiğine   görmek, ona dokunmak belki gerçekten yaşadığını farketmek demektir. 

Şeker Ahmet Paşa’nın bir tablosu: Erenköy’den bir görünüş… Ferahlık hissine duyduğunuz özlemi, şehrin sıkıntısının insan psikolojisine etkisini ne güzel anlatmışsınız. Bunun sanata yansımaları nasıl olacak, ne dersiniz?

Bir şehirli gibi yaşama bilinci toplumumuzda yerleşmiş değil! Çokları, akşam işten dönüp evlerine kapanıyor. Yemek, televizyon, sonrası uyumak, tekrarın tekrarı. Şehirler akşamları bir başka güzel ve doludur. Tiyatrosu, sineması, kıyıları ve daha başka güzel köşeleri var. Oysa pek de güvenli hissedemiyorsunuz kendinizi. Ben gökdelenlerde değil, ayağımın yere değdiği yerlerde oturmayı sevdim ve manzaraların içine karışmayı… Ama İstanbul artık boğucu geliyor bana. Kalabalığı, trafiği, düzensizliğiyle… Oysa insan nefes alacağı yerleri arıyor; gideceği yolları, meydanları kolaylıkla bulabilsin istiyor, sanatla kültürle iç içe yaşasın, akşamları çocuklarıyla, arkadaşlarıyla güvenlice yürüsün, gezinsin… Bir tarihi eseri görmek için onu sayısız bina kitlesinin arasında buluvermek bana ancak hüzün veriyor. Paris’te bir ünlü ressamın oturduğu kahve iskemlesi bile korunuyor. Biz ki tarihi ve sanatı köklü bir milletiz. Kendimizi hayatın içine bırakmış, gidiyoruz… 

Çiçek kültürüne dair söyledikleriniz…”Yaz Ağaçları” kitaptaki en sevdiğim yazı oldu. Çiçekleri tanımadığını, bunun bir eksiklik olduğunu fark edememesi insanın, bana hep çok acı gelmiştir. Yakın dönem edebiyatımızda da eksikliğini görür, üzülürüm. Bunun çiçeklerin değil, kalbin azalışıyla ilişkili olduğunu düşünürüm. Ne dersiniz?

İstanbul’un meyve ve sebzesi İstanbul’a yetiyor derlerdi. Tabii bir zamanlar. Bostanlar, bahçeler satılıp yapılaşmalar arttıkça bu sözler tarihe karıştı.  Bizim kuşağımız, bahçeleri doğduğumuz yaşadığımız yerlerden öğrendi. Daha sonra apartmana taşındığımızda balkonumuzda bir bahçe masalı kurduk. Evet masal, onunla avunduk işte. Fakat balkon saksıları bahçe kadar özgür olamadı. 50’li yıllardan sonra yapılan apartmanların genellikle arka ve ön bahçeleri bulunuyordu. Buralarda meyve çekirdeklerinden doğma ağaçlar yeşerirdi.  Bundan önce oturduğumuz Etiler’deki apartmanın bahçesi böyleydi ve toplanan meyveler paylaştırılıyordu. Bir gün bizim kapı tokmağında   iki- üç kilo kadar şeftali  dolu torbayı görünce  çok şaşırmıştım. Ama şimdiki apartmanlarda böyle ağaç dostluğu yok. Ağaçların, çiçeklerin ardında komşuluk bağlarını geliştiren, güzellik duygusunu besleyen bir güç vardır. Tohum alışverişleri, fide armağanları böyledir. Dolayısıyla bitki kültürü de yaşatılan bir şey oluyordu. Mesela hercai menekşeyi biliyoruz; ancak benim de çok sevdiğim mor kır menekşesi (asıl kokulu olan onlardır) mevsimi gelince yalnız çiçekçi dükkanlarında değil, sepetleri ayaklarının dibinde Roman vatandaşlarınca  satılırdı. Aynı şekilde İzmir fulyaları, nergisler, zerenler de… Şimdi hiçbiri yok… Bu çiçekler, ruh iklimlerini canlandıran, bizi sanata, iyi şeyler düşünmeğe, güzel bağlar kurmağa iten renkler, kokulardı.

Kese kağıtlarının içinde taşıdıklarıyla ayrı,  girdiği evin insanıyla ayrı bir ilişkisi var… Eşya ile kurduğumuz ünsiyet eşyanın değişmesiyle mi kayboldu? Yoksa insanın değişmesinin doğurduğu bir sonuç ya da paradoks mu?

Eşyanın kullanılan malzemesi, seçkinliği, kalitesi, el işçiliği ve  içinde taşıdığı felsefe, insani duyuşlar elbette toplum tarihinin bir görüntüsünün özeti gibidir. Ağacın bir parçası olan tahta, kağıt, karton; yanı sıra keten, pamuk, yün, cam, kök boya, reçineli tutkal, deri, bakır, gümüş, tunç, toprak hepsi kaynağı doğallık olan zenginliklerdir ve onlardan üretilen her türlü eşya emekle,  sanatla, bilgiyle yoğrulmuş şeylerdir. Atalardan nesillere aktarılarak sürüyordu.  Makineleşme, teknolojik gelişmeler,  tüketim sistemleri o değerleri zamanla dışladı. Naylon, sentetik ürünler, plastik araç gereç bilgiye, anıya, doğa bağlarına uymayan varlıklarıyla hayatımıza girdi. Bir gün Japon pazarı denen dükkânların birinden tuzluk alacaktım; raflardan birinde camdan yapılmış, saplı ve  iki gözlü  bir tuzluk gördüm.  Birine, tuz diğerine karabiber konuyor. Sofrada gören misafirler, bu tuzluğu nerde buldunuz diye soruyorlardı. Onu kırılacağından korkarak ayrı bir yerde saklamağa karar verdim; çünkü o benim çocuklukta babamın, annemin ablalarımın hayatta oldukları zamanlarda sofra tuzluğumuzun tıpatıp aynısıydı. Ve bana o sofraları hatırlatıyordu. Sonra bunun aynısından birine vermek için almağa gittiğimde, başka kalmadığını öğrendim Demek  ki o  camdan yapılmış  son tuzluktu. 

Bugün ünsiyet kurduklarımız ve belki fetişleştirdiklerimiz de sevgi değil saplantıyı işaret ediyor gibi…

Bugün istediklerini alabilme imkânına sahip olsa da elindekilerini başkalarına göstermek kaygısında insanlar görüyoruz etrafımızda. Bunlarla yaşıyor, soluk alıyor adeta. Bunların övüncü içinde eşyasını, giyim kuşamını göstermekle mutlu... Sorsanız evinin köşesinde bir kütüphanesi bile yoktur. Olsa da kitaplar okunmamıştır. Hiçbir şey eskisi kadar kaliteli olamıyor; çünkü o ustalar yok, o kumaşlar yok. Gerçek kumaşlara alışkın insanlar olarak  mağazalara gittiğimizde ellerimiz pamuğa, yüne dokunsun istiyoruz. Ketenin veya pamuklunun yani doğal  kumaşın kokusu bile başkadır, artık insanlarımız toprağı, göğü, suları kirleten, balıkların gıdalarına karışan o naylon parçalarını görmek  istemiyor. Bir bilinçlenme çağı başladı, başlıyor. Hiçbir özelliği olmayan, mimari eser sayılamayacak yapılardan, gönül okşayan yapılara geçmeliyiz, çocuklarımız bahçelerde kendi elleriyle koparıp yiyebilecekleri meyvelere de kavuşmalı; kuşların, çiçeklerin adlarını öğrenmeli. Bütün bunlar sevgileri yeniden ruhumuza katacaktır.