19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Çok katmanlı bir ‘Kumkuma’

Selim İleri’nin Kumkuma’sı birden fazla sebeple okunabilir. Tarih olarak, katmanlı bir metin olarak, İstanbul sevgisi olarak, bizatihi Abdülhak Hâmid olarak... Okuyucu istediğini tercih edebilir!

HALİM YILDIZOĞLU11 Ekim 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Çok katmanlı bir ‘Kumkuma’
Günümüzü tarif eden en iri sözcüklerden biri “hız”. Her şey hızlı; hikâye kelimesi örneğin, sosyal medyanın aparatlarından biri haline geldi adeta. 24 saatte silinen, izine rastlanmayan hikâyelerle dolu hayatlarımız. Edebiyat da bundan nasibini aldı. Beş yıl önceyle bugün arasında, “çok satan” kategorisinde bile değişiklikler, esnemeler var. Ama tüm bunların dışında, kendi edebî dünyasını her şeyin dışında tutmayı beceren yazarlarımız da var. Ve bu yazarlar, bu dilin okuruna kıvanç veriyor.
 
Selim İleri, bahsi geçen yazarların başında geliyor dersek abartmış olmayız. Sürekli üreten, yazan, çok çalışkan bir yazar İleri. Everest Yayınları etiketiyle iki kitabı birden yayımlandı yakın zamanda. Biri Elimde Viyoletler, öteki Kumkuma. Bu yazıda Kumkuma’dan bahsetmeye gayret edeceğiz.
 
Güncel TDK sözlüğüne göre “kumkuma”nın bizi ilgilendiren manası şu: “Kötü, olumsuz bir özelliği kendinde fazlasıyla toplayan kimse, olay, olgu veya yer”. Örnek olarak da Necip Fazıl Kısakürek alıntılanmış: “Şu Mine, çelişkiler kumkuması bir kız.” Kubbealtı sözlüğünde verilen emsal ise Selim İleri’nin de sevdiğini bildiğimiz Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan: “Hepsi yalan, hepsi rezâlet, hepsi komedya, hepinizin kalbi birer hîle kumkuması”.
 
DÜRÜST BİR METİN
 
Kumkuma, daha girişinde konusunu ima ediyor. Abdülhak Hâmid’in Finten’inden bir alıntı var. Kitap başladığı anda “Ulu Şair” diye kimden söz edildiğini anlıyoruz. İç ses mi duyuyoruz, konuşan Hâmid mi, bahsettiği zaman hangi zaman tam olarak belli olmuyor ama kitap ilerledikçe anlatıcı ile iç sesin ayrımı belirginleşiyor. Kelime tercihlerini garipsememizi istiyor yazar; çünkü sonradan bu tercihlerin kendisiyle de uğraşıyor. Dil değişimi, Latin alfabesi, edebiyatın makas değişimi... Bizatihi “ulu” kelimesinin kendisiyle bile uğraşıyor. Noktalamalar, ünlemler, sıfatlar, seslenmeler, unutulanlar.
 
Anlatıcısı çok dürüst bir metin Kumkuma. Dürüst anlatıcı bir edebiyat referansı gibi görülmeyebilir ama kastımız tam olarak şu: Her haliyle, bir insanın her haline nüfuz ederek konuşuyor, konuşmaya yüksek gayret sarf ediyor: “Etrafını sarmış yalnızlığa, kimselerin aramayışına, ihmallere uğramışlığına, Belediye evin kirasını ödeyerek cevap verdiğini, lütufta bulunduğunu zannediyor. İstemem! Kimsesizliğe, ıssızlığa tahammül gücü, kalbindeki çocuktan. O dinmez çocukla hep haşır neşir. Belediye’nin sadakası kendine kalsın, İstanbul Şehremâneti!” 
 
TÜRKÇE DERDİ
 
Henüz kitabın başlarında yaptığımız bu alıntı, dürüstlük bağlamında çarpıcı. Metin ilerledikçe Türk edebiyatının birçok karakteri dahil oluyor bu anlatıya. Samipaşazade Sezai, Halit Ziya Uşaklıgil, Cenab Şahabettin, Ahmet Haşim, Şinasi... Abdülhak Hâmid’in aile efradı; başta eşi Lüsyen – İleri metinde Lüsiyen olarak yazmayı tercih ediyor. Kardeşi Mihrinnisa – ki bunun yazımını da bizzat anlatıcı tartışıyor. Denilebilir ki, bu anlatı, her şeyden evvel bir “Türkçe derdi” anlatısı. Ve koca bir edebiyat tarihinin anlatısı. Elini altına koyduğu taş çok ağır ve anlatıcı bu taşın kaldırmayı başarıyor.
 
Bu metne biz de “anlatı” dedik yazıda; ki, yayınevi de öyle tasnif ediyor kitabı. Ama anlatıcı, alıntıda Abdülhak Hâmid olan anlatıcı bununla da boğuşuyor. Metin “postmodern” olsun diye numaralara girişmeden, anlatıcının iç sesiyle katmanlı hale geliyor: “Nedir bu? ‘Anlatı’. Kapağın bize göre sol köşesinde öyle yazıyor, büyük harflerle ANLATI. Harfler büyük, punto küçük. Nedir, ne demek anlatı? Şemsettin Sami Bey’in lugatına mı baksa? Türkçe öğreneceğim diye Kamus-ı Türkî’yi odasına almıştı Lüsiyen.”
 
Kumkuma, edebiyat tarihinin bir veçhesini gözler önüne seriyor adeta. Alternatif bir tarih okuması olarak değil ama, “Bir de böyle bakmak mümkün,” gibi bir iddiayla yapıyor bunu. Büyük kırılmaların, büyük tarihî eserlerin tam ortasında üretmiş birçok edebiyatçı gibi, Abdülhak Hâmid Tarhan’ın da boğuştuğu dertleri anlatıyor. Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk günlerinde eser vermiş bu büyük şairin görkemli hayatı, unutulma ihtimali, eskimesi ihtimali, nihayetinde unutulması, eskimesi ve bu unutulma ile eskimenin sosyolojik karşılıkları, hatta ruh bilim bağlamında nasıl incelenmesi gerektiğinin ipuçlarını veriyor. Başta söylemiştik; bunu oldukça gözü pek, oldukça dürüst bir anlatıcının aracılığıyla yapıyor Selim İleri. 
 
İSTANBUL SEVGİSİ
 
“Vapur, kıyıya iyice yanaşmış, aheste aheste yol alıyor. Yalıların önünden geçiyorlar. Yalıların çoğu âdeta metruk, yaklaşan harp -yoksa patlak verdi mi?- şimdiden mi bellerini bükmüş? Kayıkhaneler, rıhtımlar, bahçeler harap, limonlukların camları kırık. Fakat birinin penceresinden dışarıya uğramış soba borusu, fosur fosur dumanlı; demek kış günü ikamet edeni var: Besbelli, sıcacık oturuyorlar.” 
 
Alıntı yapılsa, bütün metin alıntılanabilir. Birçok Selim İleri metninde olduğu gibi, bu metinde de –kısacık alıntıdan anlaşılacağı üzere– derin bir İstanbul sevgisi var. Kusurlarına rağmen İstanbul sevgisi. Müthiş merhametli ve oldukça teferruatlı. Yeni kurulan Cumhuriyet’in başkenti olmayan İstanbul.
 
Selim İleri’nin Kumkuma’sı birden fazla sebeple okunabilir. Tarih olarak, katmanlı bir metin olarak, İstanbul sevgisi olarak, bizatihi Abdülhak Hâmid  olarak... Okuyucu istediğini tercih edebilir!