14 Aralık 2024 Cumartesi / 13 CemaziyelAhir 1446

İnsan bu dünyaya bir mecaz söylemek üzere gelir

BOŞLUK İLE HİÇLİK ARASINDAKİ FARKI GÖRMEYE BAŞLADIĞIMIZ ÖYKÜLERİNDE SADIK YALSIZUÇANLAR, KARAKOÇ’UN ŞİİRDE YAPTIĞINI GİBİ GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA SIMSIKI BİR BAĞ KURUYOR.

19 Kasım 2012 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
İnsan bu dünyaya bir mecaz söylemek üzere gelir

                                                                       “susunca ince bir şeyin içinden geçiyoruz”

 

MUHSİNE ARZU AYAN

A.Tarkovsky, Zaman Zaman İçinde / Günlükler’ de, “Bir şeyde ne kadar çok erdem varsa o kadar çok da acı vardır” der ve bilgi ile tasanın artmasını o şeyin erdemine bağlar. Nasıl hüzün kahkahadan yeğ ise, kalbi daha sağlam tutuyorsa; yaşamla bağlantılı olan tüm öyküler ve öykücüler de aslında “yaşamla bağlantılı olan her şeyde bir umut vardır” diye sessiz sedasız haykırmaktadır. İyi ile kötü arasında bir sarkaç olan hayatlarımız acı çektikçe gittikçe saflaşan ruhlara dönüşecekler ve “yaşamıyor, yaşamıyor, yaşamıyor gibi yaşıyorum” diyerek de olsa bu saflaşmayı bekliyor olacaklardır.

ACILARDAN BÜYÜK YER YOKTUR

Bu dünyaya bir mecaz söylemek için gelen yazıcı, yazdığı tüm öyküleriyle, adeta ölümden yaşama bir yol arayışının somutlaşmış hali gibidir. İnsanın avutulmaya ihtiyacı vardır; tüm diğer edebi türler arasında öykü bu yönüyle nerdeyse şiiri geride bırakır ve öne geçer. “Ah gönlümde nice acı var” diyen Mısri Sultan’ın ete kemiğe bürünmüş hali olarak gördüğümüz Yalsızuçanlar öyküleri acının içinden geçerek bize hayaller kurdurur. Aşk’ı bir yer olarak seçen yazıcıyla birlikte yersiz yurtsuzluğu öğreniriz. Dünyayı, dünyaya düşüldüğü gerçeğiyle algılamaya başlar ve ‘ne çok acı var’ diye haykırırız.

NE ÇOK ACI VAR

Öyküleri okuma sürecinin kanatıcı, yaralayıcı yanlarına sahip olduğumuzda fark ederiz ki aslında her şey gibi bu süreç de bir erme, olgunlaşma çabası. Söz ve suretten geçmek için çabalayan ruhumuzun yazıcının kaleminden önce gönlüne düşen o sahici sancılarıyla karşılaşması, hiçbir şeyin yıkılmadan yapılamayacağını hatırlatır bize. Her öyküde biraz daha kalbe bükülürüz. Hiç’liğin müthiş bir gizem olduğunu söylediği yer halimize göre değişse de, öyküler görünür olandan geçmek için bir imkân olarak önümüzde durmaktadır.

Garip – Toplu Öyküler-1Yalsızuçanlar öyküsünün modern ile gelenek arasındaki sıkı bağının bir izleği olarak karşımızda durmaktadır. Geleneğe dair engin bir süzülüşle kendine has bir dil kurmuş yazıcının öykülerinde; Kieslowski’den Kafka’ya, E. Piaf’tan Malatyalı Fahri’ye, Rilke’den Mısri Sultan’a, rüyadan gerçeğe, gerçekten rüyaya bilme sancısıyla o hepimizin özlediği başka/başkaca bir yaşam alanına sahip olduğunu görürüz.

ALLAH AŞIĞI KENDİ KALBİ ÜZERİNDE YÜRÜR

Yazarlara yazıcılara has sözcükler olduğunu ve adeta vazifeli olarak bu sözcüklerle anıldıklarını düşünürsek; nasıl Tanpınar’ı zaman’la Haşim’i akşam ile anarsak, Haydar Ergülen’e Haziran’ı yakıştırırsak ve onlar bu kelimelerin vücut bulmuş halleri olurlarsa, Yalsızuçanlar da “rüya” ile vücut bulmaktadır. Ve gördüğü bu rüyanın içinden kapılar, şehirler, sinema, yol, yolculuk, düş ve illa Elif çıkmaktadır.

Elif birliktir, tevhiddir. Çokluktan, tüm bu dünya sancılarından sonra gittikçe yaklaşılandır. “Elif Gibi Yapayalnızım” diyen yazıcı neye baksa baktığı şeyi içinde bulduğunu söylediği Yusuf’un Rüyası’nda:

sadıklar durur sözünde

gayri görünmez gözüne

bu gözlerim dost yüzüne

baka geldi baka gider.

diyerek öykünün içine dağıttığı ilahiyle, tüm yolun kendinden kendine olduğunun ayıklığını bize gösterir. Rilke’nin görmeyi öğrenme çabasında nasıl her şey derinlerde bir yere gidiyorsa, yazıcının “İlk Aşk” öyküsüyle aşka nasıl düşüldüğünü tecrübe edersek, “A’nın Kanadından Geçerek”, “Elif’in Sükunu”na varacağız belki. “D/Ar-(l) Dünya” dedikten sonra “Tennure” olup “Çöl’de bir Düş” göreceğiz. “Her şey” bir “Değirmen” düşü sıcaklığına bürünecek ve “Şehrin Kapıları”na geleceğiz. “Garip” “İşler Vakitlere Rehinlidir”. Öğreneceğiz ki her şey anlatılamazın anlatılamazlığına sevdalı. Bilinmeyen bilinemeyen şeylerin ancak kendisi hakikatleri ile bilindiğini anladığımızda ya da anlama çabasında olduğumuzda, yazmak yaşamaktır/ yaşamak yazmaktır diyen yazıcıya yaklaşabileceğiz belki. Acılardan bir yaz kurmuştuk, onarıyorduk. İçlerinde insan yıkıntısı olan sözcüklere yüklediğimiz anlamlardan sıyrıldığımızda “Öykü Satan Adam” olarak yazıcı kahramanın diliyle soracak:

ÖYKÜLER HAYATTAN DAHA GERÇEK VE GİZEMLİ Mİ?

“Düş Kırığı” düş kırıklıklarımıza tercüman olacak ve yalnız olduğumuzu ve acılarla çevrili olduğumuzu anlamamızı kolaylaştıracak. Bilmenin imkansızlığının ayırdında başka anlamlara kapılar açılacak. Tüm bu sarhoşlukların, aşkın imkânsızlığının, filmlerin, rüyaların, harflerin bu yeni ve yenileyici anlatma dilinin, aradığımız o gizemli varoluşla bağlantılı olduğunu göreceğiz.

Yakındaki her şey uzaklaşırken, uzaktaki her şey yakınlaşacak. Yemen’de olan yemenimizin ucuna düşecek. En tehlikeli mülk olan dilin bu mükemmellikte kullanıldığında nasıl son ile başlangıcı “bir” ettiğini göreceğiz. Postmodern bir eğilimin varlığını kendi röportajlarında da söyleyen yazıcının irfanî gelenek ile kol kola olması, çürümeye başlayan insanın anlatıldığı bu öykülerde irfana bir kapı aralayarak Yalsızuçanlar’a ait bir dil oluşturuyor olacak.

KENDİ DERDİM SÖYLEREM GAYRI HİKAYET ETMEZEM

Boşluk ile hiçlik arasındaki farkı görmeye başladığımız öykülerde Yalsızuçanlar Karakoç’un şiirde yaptığını yapıyor ve geçmiş ile gelecek arasında kopmayacak sımsıkı bir bağ kuruyor. Sırtını geleneğe yaslıyor, gözlerini güne ve geleceğe dönüyor. Öyküleriyle Heidegger’in dile yüklediği anlamın içinden geçirdiği sözcüklerle kurduğu dünyaya çağırıyor bizi.

Uzun süredir irfanî, tasavvufî romanlarıyla, anlatılarıyla okuduğumuz Yalsızuçanlar’ın, tüm türlerde ürünlerle gözükse de öykü anlatan adam olarak edebiyatta her dem baki kalacağını izliyoruz. Toplu Öyküler-Garip-1 çeşitli zamanlara denk düşen yazılma serüvenleriyle bir arada okunduğunda Yalsızuçanlar öykücülüğü üzerine bir kez daha dikkat çekecek ve yüreklerde derin bir “ah” olarak kalacak.

“Seni gecenin, soğuğun ve kalabalığın içinde görünce dilime gelen bu oldu: Garip. Sen garipsin. Görüyorum. Şimdi bu kanepede otururken gözlerine, onlardaki gurbete bakıyorum. Gurbetin bir resmisin sen. Seni sadece bu sözcük anlatabilir. Gurbet kimi insana hâl, kimisine mekân olurmuş. Senin halin garip.’’

Sadık YALSIZUÇANLAR

Garip-Toplu Öyküler-1

Timaş Yayınları