17 Nisan 2024 Çarşamba / 9 Sevval 1445

Kitap hüviyetindeki mektuplar

Düzeysizliğin yapışkan çamurunu sıçratmayan mektuplar kültürel hayatın, atardamarının yanında kılcal damarlardaki akışını da gözler önüne seren düşünce izleridir. Son dönemlerde yayımlanan mektuplar da yeni fikirler, yeni ufuklar, davranışlar ve tasarım biçimleriyle dolu.

Asım Öz10 Mayıs 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Kitap hüviyetindeki mektuplar
İletişim devrimi, yeni teknolojiler, elektronik posta ve mesajlaşma uygulamaları nedeniyle mektup kavramının içeriği değişti. Beraberinde klasik matbu mektup kavramının bir karşılığının hatta bir değerinin olup olmadığı da tartışmalı hale geldi.  Her daim kalem ve kâğıtla yazılan mektup artık ‘nostalji nesneleri”nden biri oldu. Mektubun değeri bu manada metaya bile dönüşürken elektronik mektuplar-mesajlar “kullan -at” karakteri nedeniyle ne saklanıyor, ne basılı hale getiriliyor. Modern insanın hız ve sürekli acelesinin sonucu olarak alelacele, çalakalem yazılan epostalar “işi görüldükten sonra” çöpe atılıyor. Hatta tekno-insanın ritüellerinden biri de kullanıma bağlı olarak, ayda, altı ayda, yılda bir temizlik yapmak, biriken ve “işe yaramayan” mektupları silmektir. Matbu mektupların özenle saklanması ve korunmasına ilişkin geliştirilen ritüeller günümüzde çöpe atılmak için uygulanıyor.
 
Matbu mektuplar özellikle, yazar, düşünür, sanatçı,  yöneticiler gibi ünlülerin evrakları bugün adeta birer “kıymetli evrak” mesabesindedir. Fikrin, sanatın, kültürün dehlizlerinde neler olup bittiğini, büyük eserlerin nasıl ortaya çıktığını, kült kitaplar bırakan yazarların ne tür sıkıntılarla boğuştuğunu, bu engin okyanuslardan takip edebiliriz. Ne ki yazıldığı anda muhatabı belli olan mektupların esasında başkalarının hatta geniş bir okur kitlesinin karşısına çıkacağı çoğu zaman düşünülmez hatta onaylanmaz. Zaten kitaplaşacağı yahut başka okurlarla buluşacağı öngörülen mektupların sahici olup olmadığı da tartışmalıdır.  Bununla birlikte, mektupların bir gün kitaplara geçeceğini öngören isimler de yok değildir.  
 
Mektup, “Mektubunu geciktirme lütfen”  sözündeki anlamıyla önemli ölçüde miadını dolduran bir tür.  Buna mukabil son zamanlarda hem mektup yayınları hem de daha önceki mektuplar üzerine kültür tarihinin çeşitli disiplinlerinin imkânlarıyla yapılan analizler önemli ölçüde arttı. Gün geçmiyor ki yeni bir mektup kitabı yayımlanmasın yahut kıyıda köşede kalmış uzun/kısa bir mektup bulunmasın. Mektup yayıncılığı sürekli genişleyen, yenilenen ve zenginleşen bir alan…Walter Benjamin’den Italo Calvino’ya, Behçet Necatigil’den Cahit Zarifoğlu’na, Sâmiha Ayverdi’den Uğur Derman’a kadar onca ismin mektupları kitap şeklinde yayımlandı.  Gelgelelim mektupların dönüşüm süreçlerine odaklanan dergiler hâlâ sınırlı bir örneklem üzerinden mektubu gündeme taşımaya çalışıyorlar. 
 
Kimi zaman seçki biçiminde tasarlandığından kimi zaman da “kıskançlıktan” mektupları bütünlüklü bir şekilde görme imkânı ise okurların elinden alınıyor. Sözgelimi William Faulkner’ın mektuplarının yayıncılarla ilgili bölümlerinden bir kısmı tercüme edilmedi. Calvino ile başkaları da dâhil edilebilir buna. Cahit Zarifoğlu’nun mektuplarını bir araya getiren kitapta ise “mektup kıskançlığından” kaynaklanan eksiklikler söz konusu. Özel hayatların ayrıntıları bir yana şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Mektup bir iletişim biçimi olarak geçmişe ait dolayısıyla miadını dolduran bir türe dönüşse de günden güne kamusal hale gelmektedir. Eskiden yayımlanan kitapların yeni basımları da buna eklendiğinde “fikir zevrakçesi” olarak  mektupların daha detaylı incelemeleri hak ettiği anlaşılır.
 
Önümüzde yeni ufuklar var
 
Mektup yayıncılığı artarken kitapların niteliklerinde de gözle görülür artışlar yaşanıyor. Bazı mektup kitapları çok sıradan basılırken bazıları, renkli, çok özel kâğıda, özel boyutlarda okurun karşısına çıkıyor. Bu yayıncılık mektubun, mektuplaşmanın ve muhatapların olduğu kadar okurun da “özel” olduğu fikrini perçinliyor. Bu anlamda bazı mektupların mesela Tanpınar’ın mektuplarının, günlüklerinin Leonardo Da Vinci’nin yazı, çizim ve notlardan oluşan defterlerinin basımı arasındaki fark hemen göze çarpıyor. Şimdi gelelim mektuplarda karşımıza çıkan bazı hususi meselelere: Kendisine gelen mektupları “Mektuba cevap vermemek, selam verenin selamını almamaktır” sözü gereğince cevaplandıran Sâmiha Ayverdi’nin yedi cildi aşan mektup külliyatı yakın tarihimizin pek çok meselesini aydınlatacak bilgiler içeriyor. Ayverdi’nin Sofi Huri, Nezihe Araz, Belkıs Dengiz, Annemarie Schimmel, Nâzik Erik, Vehbi Güneri, İlhan Ayverdi ve Safiye Erol’la mektuplaşmalarında hayli konu gündeme gelmiş. Elbette mektuplar çok olunca, mektupların farkına varılmıyor pek.  Bunlar arasında özellikle Réne Guénon bahsi ve gelenekçi ekolün Türkiye’ye intikali bağlamında yazılanlar dikkat çekiyor. Ayverdi’nin Annemarie Schimmel’e yazdığı erken tarihli bir mektup, (9 Temmuz 1954) Guénon’un ve eserlerinin fark edilişinin 1970’lerde değil daha erken yıllara rastladığını gösteriyor. Schimmel’in Guénon hakkındaki fikirlerini ayrıntılı bir şekilde dile getirdiği mektubunu da göz ardı etmemek lazım. Her iki muhatabın da tasavvufa yakın ve yatkın olması bir yana mektupların içeriği, dönemler, fikrî eğilimler, tutum ve karakter farklılıkları hakkında bilgi sunma derecesini artırıyor.
 
Hiç şüphesiz mektup kitaplarındaki en bariz eksiklik, mektupların karşılıklarının yer almaması dolayısıyla da yazılanların hangi mektuplara cevaben kaleme alındığının bilinmeyişidir. Masa başı yazar olmaktan son derece uzak Ahmed Arif’in Cemal Süreya’ya Mektuplar adıyla yayımlanan kitabı böyledir mesela.  Elbette mektuplar 1960’ların dergileri, şiir ortamı ve tartışmalarına önemli katkılar sunacak niteliktedir. Ne var ki kitapta Cemal Süreya’nın mektupları bulunmamakta.  Çoğu zaman “kız kardeşlerini” kurtarmak için kendini paralayan Sâmiha Ayverdi’nin karşılıklı mektupları eksiksiz bir şekilde basılması bakımından benzerlerinden ayrılır.  Zor olan, Ayverdi’nin yayıncısının yaptığını yapmak; mektupları ince elekten geçirerek tasnif edip kronolojik bir şekilde bakışımlı yayımlamak. Orhan Okay’ın Nurettin Topçu ve Mehmet Kaplan’dan kendisine gelen mektupların bağlamını ortaya koyacak şekilde kitaplaştırmasındaki farklılık da kaydedilmeli. Bu durum Okay’ın mektupları tek başına yayımlamanın anlamlı bulunmayacağına ilişkin farkındalığından kaynaklanıyor olabilir. Öte yandan Walter Benjamin gibi karmaşık ve zor kişilerin mektuplarını kitaplaştırmak sanıldığı kadar kolay değil. Gershom G. Scholem, Benjamin’den derlediği mektuplara yazdığı önsözde birbirine son derece karşıt değerlendirmeler için örnekler sunmak suretiyle ama aynı zamanda kendini temize çıkarmak kaygısının eşliğinde bunu bir nebze de olsa açıklamaya çalışır.  Bir mektubunda  “Yazılmadan kaldı bazı şeyler, gene de yazılmış kadar oldu” diyen şairi hatırlatırcasına. 
 
Kültür dünyasının önemli isimlerinin ulaşılabilen mektupları başta biyografiler ve düşünce tarihi olmak üzere pek çok sahaya yeni katkılar sunacak bir hacme ulaştı. Ayşe Şasa’nın Engin Deniz Akarlı’ya 1990’larda “Sevgili Enginciğim” hitabıyla yazdığı harikulade mektuplar, hem dönemin kültürel ortamı hem de yeni İslâmcı aydınların ilişkilerine ve önceliklerine dair oldukça önemli bilgiler sunar. Sözgelimi bu yıllarda, beynelmilel intelijansiya ile irtibatın eksikliğinden söz eden İsmet Özel’in “Aydınlanma” adlı bir kitaba çalıştığını, Marshall G.S. Hodgson’ın İslâm’ın Serüveni kitabını, keyifle, çok büyük keyifle okuduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla Şasa’nın mektupları kendi hayatıyla alakalı malumat verirken esas olarak bir dönemin tercihlerini ya da fikir hayatındaki etkin unsurları ve kişileri anlamamıza imkân tanır. Gelgelelim sadece onu okurlarla buluşan mektuplar müstakil bir kitaba dönüşmemiştir henüz.  
 
Hatıra kitaplarına eklenen mektupların da kültür dünyasında yeni sonuçlar doğurabilecek anekdotlar içerdiğini söyleyebiliriz.  Svoboda Petrova’nın Üç Vatan Bir Hayat adıyla yayımlanan anılarının sonundaki “Mektup Seçkisi” Türkoloji yanında Soğuk Savaş dönemindeki kültürel ilişkiler ve tercüme politikaları hakkında önemli ipuçları sunar. Mektup gönderilen kişinin Türkolog olması hasebiyle edebiyat yıllıkları, Türk Dil Kurumu, roman, hikâye, Nâzım Hikmet kitapları ve diğer sanat faaliyetleri hayli yekûn tutar. Belki daha dikkatli okunduğunda başka hususlar da dikkat çekebilir.
 
Ahmed Arif, yayıncı-şairler geleneğinin parçası olarak değerlendirebileceğimiz Cemal Süreya’ya gönderdiği mektuplarında şiire, şiirlerle ilgili yazılara ağırlık veren Papirüs başta olmak üzere Forum, Yeni Dergi, Dost ve Soyut gibi dergilerden bahsetmektedir. Onun dergilere temas ettiği satırları okurlara 1960’larda sol edebiyat dünyası açısından ekol hüviyetindeki dergiciliğin anlamını, aynı cereyana mensubiyetin beraberinde getirdiği kişisel tartışmaları ve takıntıları kavratır. Zaten mektuplarda hemen her şeyin Papirüs merkezli değerlendirildiği hemen fark edilir. Dergilere verilen yazılar, şiirler ve şiir eleştirisi iddiasıyla kaleme alınan metinler üzerinde birtakım değerlendirmeler yapılır. Başkalarıyla ilgili yargılarında şaşırtıcı biçimde dürüst diyebileceğimiz Ahmed Arif, bedel ödemeden sosyalist devrimci geçinenlerin ipliğini de pazara çıkarır. Asım Bezirci’nin hazırladığı tahammül edilemez “çalgın”  antoloji vesilesiyle yazılan ve ek olarak okurlara sunulan mektup ise hazırlanacak bir mektup antolojisinin demirbaşı olacak kadar değerlidir. Hiç şüphesiz Ahmed Arif’in mektuplarının sağladığı şey, daha ziyade birçok konuda olabildiğince net olan bir şairin doğrudan iletişim yeteneğidir.
 
Gönlünden koparsa bana yaz
 
Günümüzde mektup türü nasıl yok olduysa aynı şekilde hocalığın ve talebeliğin hakkını verecek münasebetler de kayda değer bir şekilde aşındı hatta kayboldu. Gurbetnâme adıyla yayımlanan Süheyl Ünver ile Uğur Derman mektuplaşmaları kültür hayatımızın özellikle hat sanatıyla ilgili boyutlarına dair oldukça önemli bir kaynak. Şurası kesin: En büyük teselliyi mektuplardan alan hoca ile talebesinin birbirlerinden ayrı ve uzak oldukları zamanlarda yazdıkları daima istikamet tayin edici olmuştur. Bu mektuplaşmalar Süheyl Ünver’in devletin kendisine tanıdığı özel izinle ailesiyle Amerika’ya gidişinden sonra başlar. İlginçtir, Uğur Derman hocasıyla vedalaşırken, kendisine bir emri olup olmadığını sorar. Her konuya aynı tutkulu özenle yaklaşan Ünver ise; “Kardeşim, orada nasıl bunalacağımı tahmin edebiliyorum. Memleketimden alacağım mektuplar beni kendime getirecek, ayakta tutacak. İşte senden istediğim de budur, beni mektupsuz bırakmayacaksın” der.
 
Gurbetnâme’de toplanan mektuplar 1958-1959 yıllarındaki yaklaşık on bir aylık zaman diliminde kaleme alınmış. Mektupların tümünde hissedilen en belirgin husus karşılıklı saygı, hürmet, nezaket gibi ahlaki erdemlerdir ki bunlar yazılanların kıymetini oldukça arttırır. Talebe ile hocası arasındaki mektuplaşma ikisinin ilişkilerine yeni bir ışık tutuyor ve yepyeni gelişmelere, bildiğimiz Ünver ve Derman’dan daha ötesine götüren fikirlere kapı aralıyor. Mehmet Kaplan’ın Okay’a gönderdiği mektuplarında da talebelik meselesi gündeme gelir.  Son derece etkileyici olan şu satırları birlikte okuyalım:  “Sevgi, saygı ve dostluk… Dünyanın en güzel duygusu. Tabii ilim de önemli. Ama bana öyle geliyor ki, sevgi ve saygı başta geliyor. Seni ta lise sıralarından beri tanıyorum. Geliştin, fakat esas itibarıyla hiç değişmedin. Daima efendi, saygılı ve dost. Galiba hayatın temeli bu.” 
 
Yenilerde yayımlanan Dar Bir Çember İçinde, Behçet Necatigil ile Kâmuran Şipal’in 1948-1972 yılları arasında birbirilerine yazdıkları 32 mektubu bir araya getiriyor. Kitap, Şipal’in Necatigil’in hayatında önemli sayılacak noktalara ışık tuttuğu gibi daha evvel yayımlanan Mektuplar kitabının bir bölümünü de içeriyor. Yıllara yayılan mektuplarda kimi duygular ve düşünceler dile gelir.  Bununla beraber müşterek çabalar, takip edilen dergiler, karşılıklı olarak yollanan yayınlar, arayışlar ve seçimlerin biçimlendirdiği tercüme uğraşı oldukça geniş yer tutar.
 
Necatigil,  Şipal’i her ne kadar “çeviri çıkmazına” saplanıp kalmakla suçlamış olsa da, kendisi de ömrünün son günlerine dek Alman edebiyatından tercümeler yapmayı sürdürmüştür. Bazıları oldukça uzun olan mektuplar aynı zamanda eleştiri metni hüviyetinde. İkilinin önlerine koydukları konuların yoğunluğu ve çeşitliliği bir yana tercümeyle geçen yılların nabzını tutmak açısından önemli mektuplar. Hangi şartlarda olursa olsun yazarların, düşünürlerin bir başına var olmadıklarını ancak yazdıkları mektuplarla kavrayabiliriz. Kitaplara, dergilere, düşünceye ve sanata dokunan mektupları çıkardığınızda geriye sıradan kuru bir insan kalır. Düzeysizliğin yapışkan çamurunu sıçratmayan mektuplar kültürel hayatın, atardamarının yanında kılcal damarlardaki akışını da gözler önüne seren düşünce izleridir. Söyleyecek, tartışacak ve onaylayacak pek çok şey var ama uzun sözün kısası, son dönemlerde yayımlanan mektuplar yeni fikirler, yeni ufuklar, davranışlar ve tasarım biçimleriyle dolu.