19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

‘Şimdi bir İstanbul yakaladım’

Şair fırıncıların ısıttığı, gece bekçilerinin dolaştığı, gençlerin aşkla bakıştığı, çöp toplayanların dokunduğu, tarihin mayalandığı, müezzinlerin seslendiği yerlerden kulak verir kente; gün ışığının sınırlarından.

ATAKAN YAVUZ14 Mart 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
‘Şimdi bir İstanbul yakaladım’

Bakışın pek çok türü vardır: Turist bakışı, aylak bakış, kör, kötücül, “yamuk”, arzulu, hırslı, müşfik vb. Kentlerin yapıldığı, yıkıldığı, onarıldığı, boyunduruk altına alındığı veya yıprandığı bu bakışların çetelesini tutan bir bakış daha vardır ki o da şair bakışıdır. Şair fırıncıların ısıttığı, gece bekçilerinin dolaştığı, gençlerin aşkla bakıştığı, çöp toplayanların dokunduğu, tarihin mayalandığı, müezzinlerin seslendiği yerlerden kulak verir kente; gün ışığının sınırlarından. Sabırla kulak verdiği için de pek çok sırrına vakıf olur. Ömer Erdem’in geçtiğimiz günlerde yayımlanan İstanbul’a kitabı, sislere sarılı kapağıyla bu sırrı yeniden paylaşıyor okurla. “Şimdi bir İstanbul yakaladım.” dizesiyle okuru karşılayan kitap, denizden yeni çıkmış taze, kıpır kıpır İstanbul halleriyle karşılıyor okuru.

Kitabın planı üç bölümden oluşuyor: Kent, ev ve ülke. Kentin seslerine eski şiirimizden farklı sesler ekleniyor. Nedim’de duyduğumuz cennet suyu, Yahya Kemal’deki ud, Orhan Veli’deki balıkçı motorları, Necip Fazıl’daki cumbalı odaların müziğinin yanına vinçlerin, hafriyat kamyonlarının, akıllı telefonların sesi katılıyor. Hâlâ yaşayan, dönüşen, şaşırtan, saran ve iten bu şehri tarihin ve eski şiirlerin dehlizlerinden geçerek yeniden dolaşıyoruz Ömer Erdem’le. Tıpkı şehrin topografik yapısı gibi yer yer göğsümüzün ferahladığı, yer yer tıkandığımız, üzüldüğümüz manzaraları gösteriyor bize şair. Klasik şiirin pek uğramadığı arka sokakları, kirli alışverişleri, umudun tomurcuklandığı durakları geçiyoruz. Tıpkı İstanbul gibi kimi zaman kunt, hazmı zor ya da ışıltılı mısralarla karşılaşıyoruz. Bazen kelimelerin akışına bırakmasını istiyor okuru Erdem; tıpkı Mallarmé’ın şiirinde olduğu gibi kelimeler değil görüntüler akıp gitsin, tortusunu bıraksın diye: Tofaş, Mintax, Mahmutpaşa, 28 Şubat, çıraklar, ipek ve jelâtin sesleri…

‘İSTANBUL ŞAİRLER İÇİN YAŞAR’

Tabiata sırtını dönen İstanbullulara sitem eden, “Beykoz Çayırı’nın güzelliğini bir Fransız’dan, Loti’den mi öğreneceğiz?” diye hayıflanan Nahid Sırrı’ya selam vermek için bazen daha da uzaklara gidiyor şair; Pazar uykucularının sessizliğini yüklenerek. Oradan Yahya Kemal’in “manzara, mimarî ve halkı arasında tam bir âhenk bulduğu” eski Üsküdar’ın yenisiyle arasındaki uçuruma bir çay içimi dokunmak üzere fıstık çamlarının arasından geçerek Mihrimah’ın avlusuna. Ardından Sirkeci’ye geçerek Edirne’den trenle yola çıkan ama hiç gelemeyecek olan Mısra’nın nöbetini tutuyor inatla. Falih Rıfkı’nın güzergâhından, Haydarpaşa’dan başlayarak isimlerin ve unvanların giderek ufaldığı çöllere doğru; Kudüs, Şam ve Bağdat’tan gölgesini çeken İstanbul’a Zeytindağı’ndan bakıyor. Uykusundan emin Anadolu’ya geçerek bu rahat uykuyu mümkün kılan İstanbul’a vagon vagon teşekkürler taşıyor sonra. Bir zamanlar tek hedefi “Beyoğlu’nu fethetmek olan İstanbul’un” içindeki çöle doğru yürüyor Pera’da İlhan Berk’e merhaba demeye. Ömer Erdem’in özellikle Evvel kitabından sonra kurmaya başladığı orijinal terkipler ve berceste mısralarla yüklü, kitabın evine, ‘Bir Ev Nasıl Sevilir’ bölümüne davet ediyor okuru. Şehre inancı hem sarsılmış, hem de tazelenmiş bir şekilde. Odalardan geçirerek evladını hoyratça seven bir ülkeye doğru.

Kapaktaki İstanbul fotoğrafından farklı bir tabloyla uğurluyor okuru Ömer Erdem kitabın sonunda. Bütün karmaşası ve sükûneti; bütün yüceliği ve sakilliğiyle yeni bir İstanbul silueti çıkıyor karşımıza. Öylece. Olduğu gibi. Olmaması gerektiği gibi.

Yine de İstanbul’un tüm bu gürültü patırtıdan salim bir şekilde çıkacağına inanan bir bakışla kavrıyor şehri. Şair bakışıyla.