18 Nisan 2024 Perşembe / 10 Sevval 1445

Tasvirin değil diyaloğun romanı

Ulufer’de uzun ruh çözümlemeleri ve tasvir yok, anlatmak istediklerini karşılıklı konuşma içinde vermeyi tercih ediyor Ahmet Kekeç. Çünkü Hemingway, Orhan Kemal ve Tarık Dursun gibi yazarların da tercih ettiği bu yöntemin edebiyatta önemli bir “imkân” olduğunu düşünüyor.

HALE KAPLAN ÖZ13 Haziran 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Tasvirin değil diyaloğun romanı

Ahmet Kekeç’in yeni romanı Ulufer, 70’li yılların taşrasından içli bir aşk hikayesini  konu alıyor. Toplumsal ve sınai değişimin sancılarının hissedildiği roman, Türkiye sosyolojisini kolluyor, geçmişi eski, acısı derin meselelerimizi taşra sıkıntısının en net gözlemlendiği laboratuar olan kasaba üzerinden tartışıyor. Romanın sanırım en güzel yanı otobiyografik unsurlar barındırması. Kekeç, Ulufer’i, ilk gençliğindeki taşrayı anlatmak için yazdığını söylüyor.  

Ulufer’i yazmaya başladığınızda nasıl bir roman olacak diye düşünmüştünüz? Baskıya kadar nasıl bir şekillenme süreci yaşadı? 

Ulufer’i önce öykü olarak tasarlamıştım. Hatta 1987 yılında, Mavera dergisinde bu isimli bir öykü yayımlamıştım. Ne yazık ki, ortaya, “tasarladığım” öykü çıkmadı. Başarısız bir öykü oldu. Sonra Ulufer’i roman olarak yazma fikri doğdu. Ara ara hatırlayarak, bu fikri, yirmi yıl boyunca zihnimde gezdirip durdum. Geçen yıl Mayıs ayında oturdum, ara vermeden, birkaç ay içinde yazıp bitirdim. Ulufer’de ısrar etmemin nedeni, bendeki (ilk gençliğimdeki) “taşra”yı anlatmaktı, anlatmak istememdi. “Atlas” isimli öykümde bunun ipuçlarını vermiştim, bendeki taşrayı “izlenimler” halinde anlatmaya çalışmıştım. Ama konu, benim açımdan (otobiyografik unsurlara da yer açacağım için) bir romanı hak ediyordu. Evet, yazmadan önce başka bir Ulufer vardı zihnimde ama yazıp bitirdikten sonra tahayyülümün dışında bir öykü çıktı ortaya. Sonuçtan şikâyetçi değilim. 

Ulufer deforme edilmiş bir kadın adı. Bu ismi seçmenizin sebebi nedir? 

Özel bir nedeni ya da hikâyesi yok. Sadece bir ad... Romanda bu adın bir öyküsü var elbette ama Ulufer sadece deforme olmuş bir kadın adı değil. Farsçada yaygın kullanımı var. Galiba “saygın” anlamına geliyor. “Ulufer”in romana isim olarak seçilmesi, biraz da çaresizlikten. Daha doğru bir ifadeyle, romana uygun bir isim bulamadım. Aynı zamanda bir “tema”, bir “metafor” gibi duran Ulufer’i kullanmaya karar verdim. İyi ki de böyle olmuş. Ulufer’in belirsizliği/silikliği, böylece yerine oturmuş oldu.

Türkiye’nin sosyolojisini kolluyor, geçmişi eski, acısı derin meselelerimizi anlatıyor ve bunu taşra sıkıntısı içerisindeki bir birey üzerinden reel bir formda yapıyorsunuz.  70’lerin Türkiye’si ve kahramanlar da bir o kadar tanıdık sanki…  

Olay, evet, 70’li yıllarda, bir taşra ilçesinde geçiyor. Bir diğer ifadeyle Ulufer, 70’li yıllardaki sınai ve toplumsal değişime eşlik eden bir aşk öyküsü. Sadece Mehmet Ali ve Ulufer’in öyküsü değil, 70’li yıllardaki Türkiye’nin de öyküsü. Ulufer’de, vaki değişimi (hem toplumsal, hem sınai değişimi) kasaba ölçeğinde izlemeye çalıştım. Kasaba, önemli bir laboratuar... Üretim biçimi ve ilişkileri değiştiğinde, insan da değişiyor, insan ilişkileri de değişiyor ve etkileniyor bundan. Kahramanların tanıdık olmasına gelince... Çünkü anlattığım insanları yakından tanıyorum ve Türkiye’nin bir döneminde, taşrada, onlarla birlikte yaşadım. Sınai değişimle birlikte dağılmalarına ve parçalanmalarına tanıklık ettim. Atların otomobillere evrildiği değişim dönemi, benim çocukluk travmamdır aynı zamanda; kurduğum hayal dünyasının nasıl parçalandığını gördüm ve onların (o dünyanın) bir daha yerine konulamayacağını dehşetle fark ettim. Ulufer biraz da, elden kayıp giden değerlerin romanıdır. 

Memetali’nin hep aklının bir köşesinde gitmek var bu topraklardan… Romanın bütününde de cenazeler, mezar ve mezarlık baskın figürler, buna karşılık düğün hiç yok. Onun zihnindeki göç, romanın atmosferine cenaze metaforu üzerinden mi giriyor?

Cenaze metaforu “gitmek” düşüncesini kuvvetlendirmek/meşrulaştırmak için mi seçildi? Siz bu soruyu soruncaya kadar böyle düşünmemiştim... Ulufer’de, aynı zamanda bir zamanlar kurtulmak istediğim “taşra”yı anlatıyorum. Dolayısıyla böyle düşünmekte beis yok. Yani haklısınız, ölümler, cenazeler, mezarlık bir “metafor” olarak duruyor. Demek ki Memetali’nin zihni böyle görmek istiyor, cenazelerin ve ölümlerin, taşranın kasvetine dahil olduğunu anlamamızı istiyor. Memetali’nin niçin taşradan kurtulmak istediğini anlıyoruz; hem “dağılan”ın ve “parçalanan”ın bir daha yerine konulamayacağını biliyor, hem de kendini gerçekleştirmek istiyor. Bir şair adayı olarak, taşranın kısır ilişkileri ve döngüsü içinde var olamayacağını düşünüyor. Ama onu taşraya mıhlayan (mahkûm eden) gerçeklerle baş etmekte zorlanıyor.  

“Bir eşiğin önünde durma” romanı denilebilir mi Ulufer için? Ya da siz nasıl tanımlarsınız? 

Memetali hep bir “eşik”te duruyor zaten. Ulufer’le ilişkileri, kendini mahkûm ettiği taşra yaşamı, parçalanmasına göz yumduğu hayatı, ailesiyle (annesiyle ve küçük kardeşiyle) kurduğu gevşek bağ... Memetali hep bir “eşik”te ama cesur değil... Cesaretli bir Mehmetali olsaydı, hayatının yönünü değiştiren o “talihsiz” kazaya ve birtakım kazalara meydan vermeyecekti, kendi reel şartları içinde (ama taşrayı bir yazgı gibi taşıyarak) hayatını kurmanın yollarını arayacaktı ve bulacaktı. Memetali’ye üzülüyoruz ama derinlemesine düşününce “Sen istediğin için böyle oldu” diyoruz. Ona fazla acıyamıyoruz.

Memetali’nin yazmak gibi bir derdi de var. “Aradığım sesi bulamıyorum” diyor, yazdıklarıyla kavgalı. Bu aradığı sesi İbrahim’in yazdıklarında buluyor olmasından mı kaynaklanıyor?

Memetali, kendi anlatımından da anlaşıldığı üzere, vasat bir şair. Şiiri, belli ki, “taşradan yırtma aracı” olarak görmüş ve hayatına sokmuş. “Aradığım sesi bulamıyorum” diyor, haklı, ama neyi aradığını, şiirle nasıl ünsiyet kuracağını bilmiyor. Birtakım şairleri okumak, dönemin parlak şairlerine öykünmek dışında, şiirle ontolojik bir bağ, bir ilişki kurduğuna tanık olmuyoruz. Sadece başarılı şair İbrahim’i kıskanıyor. Yetenekli olsaydı, cezaevi dönemini değerlendirebilirdi, daha doğrusu cezaevi dönemi kendisini geliştirmesi ve ortaya çıkarması için bir “imkân” olabilirdi. Şiir, sadece düşünüşünü inceltiyor Memetali’nin, onu benzerlerinden ayırıyor. Hepsi bu...  

Ulufer’i hep diyaloglarla kurgulamışsınız. Günümüzde fazla rastlanmayan bir teknik... Bunun özel bir nedeni var mı? 

Bunun görülmüş olmasına sevindim. Dünya edebiyatında Hemingway, bizde Orhan Kemal ve Tarık Dursun, diyalogla yazan, en karmaşık ruhsal durumları bile diyalogla anlatan yazarlar. Bu konuda oldukça başarılılar. Ben bunun (diyalogun) edebiyatta önemli bir “imkân” olduğunu düşünüyorum. Dikkat etmişsinizdir, Ulufer’de uzun ruh çözümlemeleri ve tasvir yok, anlatmak istediklerimi karşılıklı konuşma içinde vermeyi tercih ettim. Günümüzde fazla rastlanmıyor ama günümüz edebiyatının ayırıcı vasfı değil diyalogsuzluk. Sadece yazar tercihi...

Romanda öne çıkan üç kadın karakter: Ulufer, Sündüs ve Cavidan. Memetali ile üç ayrı kanaldan işleyen ilişkileri var. Bu ilişki üçünde de pamuk ipliği mesabesinde. Üç imkansızlık olarak mı okumalı bunu yoksa bunlar onun imkanları mıydı? 

Ulufer, Memetali’nin “cesaretsizliği”dir... Bunu itiraf ediyor, hatta vaktiyle birlikte yol alamamış olmalarının pişmanlığını yaşıyor. Ulufer’i gerçekten seviyor. Buna rağmen niçin “cesaretsizlik” sergiliyor? Bunda Ulufer’in farklı mezhepten olmasının “bilinçaltı etkisi” var mı? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Ama bildiğimiz net şey şu: Ulufer, Memetali’ye karşı biraz “serin”, onun aşkına gevşek bağlarla bağlı... Memetali’nin bilinçaltını bu etkilemiş olabilir, onda bir “cesaretsizlik” ortaya çıkarmış olabilir. Cavidan’ı fazla tanımıyoruz. Mehmetali’nin Cavidan’la ilişki kurup kurmadığını da bilmiyoruz. Sündüs de öyle... Sündüs, bir yerden sonra kaderi oluyor Mehmetali’nin. Sonrasında ne olacaklar? Doğrusu, işin bu yönünü hiç düşünmedim. Ama sorunuzda ima ettiğiniz şey cari: Bu ilişkileri “üç imkansızlık” olarak okumak mümkün.