19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

‘Türkiye, kurusun diye budanan ağaçtır’

Celal Fedai: “Bugün, zamanın sahnesinde Rusya, Çin, ABD, İsrail ve Avrupa Birliği, tarihi rollerini icra etmektedir. Dünyada mazlumlar bu yüzden inlemektedir. Dünyadaki sömürü düzeni bu ülkeler üzerinden işlemektedir. Türkiye ise durmadan budandığı için kaderi olanı, yani zulme karşı mücadele etmeyi yerine getiremiyor. Türkiye kaderini yerine getirebilse, dünyadaki zulme karşı mazlumların bir korucusu olabilecektir.”

METİN EROL13 Haziran 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
‘Türkiye, kurusun diye budanan ağaçtır’

Şair-yazar Celâl Fedaî’nin on beşinci kitabı Türkiye’nin Kaderi Pruva Yayınları’ndan çıktı. Fedaî, Türkiye’nin Kaderi’nde mühim sorulara cevap arıyor. Entelijansiyamız niçin ‘yerli tefekkürü’ görmezden gelerek post-popülist kültüre meylediyor? Küresel kapitalizmin insanları tektipleştiren, sıradanlaştıran ve kitleleştiren algı dayatmasına karşı nasıl direnmeli? Dünya hegemonyasının Türkiye’ye biçtiği konuma karşı nasıl mücadele etmeli? İslâmi tefekkürün önemi nedir? Fedaî, bu ve benzeri sorular üzerinden okuyuculara Türkiye’nin tarihi kaderinin ne olduğunu hatırlatmaya çalışıyor. Celâl Fedaî ile Türkiye’nin Kaderi üzerine konuştuk…

Yeni kitabınız Türkiye’nin Kaderi hayırlı olsun. Siz, daha çok “tarihî kader” diyorsunuz, nedir Türkiye’nin “tarihî kaderi”?

Teşekkür ederim... Yüz yıl önce dedelerimiz genç Türkiye Cumhuriyeti’ni, “kurusun”, diye budanmış bir ağaç misali buldular. İngiliz tarihçi Toynbee’nin, 1924’ün Türkiye’sine bakıp şöyle demesi durduk yere değildir: “Bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıt.” Çünkü 1920’lerin başında Türkiye öyle budanmıştı ki artık bu ağacın bir daha meyve vermesi mümkün görünmüyordu. Evet, bir parça büyüyebilirdi ama bu da kontrol altında olacaktı. Gene de temkinli olmak lazımdı. Devamla şöyle diyordu Toynbee: “Türkiye deri değiştiren bir canlı da olabilir...” Öyle de oldu. Türk insanının içindeki ateş alınmıştı ama çok geçmeden küllenmiş bu ateşten bir kıvılcım oluştu. Bu kıvılcım, 1960 darbesiyle söndürülmek istendi. Ondan sonra da Türkiye, on yılda bir askerî darbelerle budandı. Budanan ağaç toprağa doğru büyür ve daha da güçlenir. Türkiye şu an göğe doğru büyümek istiyor. Yeterince köklendi. Çünkü ağacın kaderi büyümek, ateşin tabiatı yanmaktır. 

Peki, Türkiye meyve veren bir ağaç haline gelebilecek mi? O eğer bir ateşse ondan kim ısınacak? 

Bunun cevabı tarihte aşikâr olmuştur. Benim, “tarihin şahitlik ettiği dava düşer”, diye çok sevdiğim bir söz vardır: Türkiye’nin tarihî kaderi, tarihindedir. Bugün, zamanın sahnesinde Rusya, Çin, ABD, İsrail ve Avrupa Birliği, tarihi rollerini icra etmektedirler. Dünyada mazlumlar bu yüzden inlemektedir. Dünyadaki sömürü düzeni bu ülkeler üzerinden işlemektedir. Türkiye ise durmadan budandığı için kaderi olanı, yani zulme karşı mücadele etmeyi yerine getiremiyor. Türkiye kaderini yerine getirebilse, dünyadaki zulme karşı mazlumların bir korucusu olabilecektir. Bizim kaderimiz budur. Türkler, tefekkür ve tahayyül dünyaları budandığı için en başka kendilerine dönük kaderlerini yerine getirmekte zorluk içindeler. 

Kitabınızda, Salvador de Madariaga’nın, “Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar yeniden İslâmî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..” dediğini aktarıyor ve bu tespite karşı çıkıyorsunuz. Türklerin tefekkür ve tahayyül dünyalarından kastınız ne?

Geçenlerde Fransa’da bir maçta hakem oyunu durdurdu ve Cezayirli bir futbolcunun orucunu açmasını sağladı. Bu hoş görüntü yoruma muhtaç: Batılılar Müslümanların ‘İslâmî yaşantı’sına karşı değildir. Onların karşı oldukları şey, Müslümanların ‘İslâmî tefekkür’üdür. İslâmî tefekkür dünyadaki sömürü düzenine itirazdır. Dünyayı mazlumlar için yaşanılır kılmaktır. Bunu da tarih şahittir ki Türkler başarabilmiştir. Batı’nın Müslüman’dan anladığı şey, kim ne derse desin, geçmişte olduğu gibi bugün de Türklerdir. Çünkü diğer Müslüman milletleri bir kez budamışlar ve maalesef bu yetmiştir. Türkiye ise budandıkça güçlenmektedir. Türklerin tahayyülü ve tefekkürü, derin bir yüce gönüllülüktür. Bizim insanımız başkasının İslâmî yaşantısındaki eksikleri görmeye odaklanmaz. Sözgelimi ibadetlerindeki kusurlarla ilgilenmez. İnsanı farz olan ibadetlerinin ateşten kurtarmaya yetmeyeceğini, kulun bunun hesabını Rabb’ine vereceğini bilir. Ama belki yaşantısında kusurlar olan biri tefekkürü itibariyle Müslüman olarak yaşantısındaki kusurları izale edebilir. Bu bilinçle kendi sorumluluklarına odaklanır.

Siz bunu 15 Temmuz gecesi yaşadığınız bir hadise ile izah ediyorsunuz...

Evet, o gece darbe olduğunu işitir işitmez Kuşadası’ndan İzmir’e hareket ettim. İsmail Küçükgörmen dostumuzla buluşup Konak’ta geceledik. Sabah, Buca’ya dönmek için Konak Tüneli’nden yürümemiz lazım ama çok bitkiniz. Tünelde bir araç yanaşıp bizi aldı. Ayağıma takılan şişelerden fark ettim ki şoförümüz alkollü. Benim fark ettiğimi görünce dedi ki: “Abi ne yapalım... Baktım ki millet sabaha kadar yoruldu memleket derdinden. Kimi su dağıttı, kimi bayrak, kimi ayran. Ben de tünelden gidenleri götüreyim, dedim. Siz on üçüncü sefersiniz.” Şimdi bu kişinin İslâmî yaşantısı kusurlu olabilir. Bizim milletimiz bununla ilgilenmez. Biz onun tefekküründeki derinliğe bakarız. 

Kitabınızda Türkiye’nin tarihî kaderini gerçekleştirmesi konusunda en büyük tehlikenin postmodern popülizm olduğunu iddia ediyorsunuz. “Popülizm”, halkımızın kültürü demek ise bu, niçin bir engel olsun? 

Şu an dünyadaki popülizm, milletlere özgü ‘halkçılık’ değil, ABD’ye özgü bayağı bir kültürün tüm yeryüzüne yayılmasıdır. Yıllardır milletlere özgü yanlar, musıkî, şiir, gelenek ve görenekler öldürülüyor ki ABD’nin küresel kapitalizminin stratejik bir yüzü olan ‘popülizm’ yaşasın. Tüm yeryüzünün kültürü ‘tek kültür’ yapılmak isteniyor. Milletlerin içindeki musıkî yok ediliyor. Bu da ‘popüler kültür’ denilen bir maske ile örtülüyor. Yaşanan zamanın gereği bu imiş gibi davranılıyor. Oysa burada küresel kapitalizmin insanları alıklaştırıp düşünemez hale getirme stratejisi var. 

İnsanlar alıklaştırılınca ne olacak? Birer tüketim robotu mu olacaklar?

Daha kötüsü. Milletler, kendi içlerinden çıkmış yöneticiler tarafından yönetilemez hale gelecekler. Bakın bugün Ukrayna’ya. Bir komedyen ülkenin en tepesine çıkarılmış. Türkiye’de şu an faaliyet gösteren onlarca yabancı medya kuruluşu var. Bunlar Türkiye’de her küçük hadiseyi bin bir şekilde gösterip insanları haberler ağına sıkıştırıp gerçeğin peşine düşmez, gerçeği önemsemez hale getirmek için çaba sarf ediyorlar. İnsanlar yakın bir zamanda hiçbir şeyi önemsemez olacaklar. Dolayısıyla kaderlerini de umursamayacaklar. Bu, milletimizin ‘sağduyu’sunu yok etme girişimidir. Türkiye’nin tarihî kaderine dönmesinin önüne geçilmesi, Türk insanının alıklaştırılmasına bağlı. İnsanımız ABD menşeli postmodern popüler kültürün mantığı ile alıklaştırılıp tarihi kaderini önemsemez hale düşürülmek isteniyor.

Siz Müslümanlar için önemli olan meselelerin ABD’nin popüler kültür mantığı ile Müslümanlara ulaştırılmasına da karşı çıkıyorsunuz. Ama popüler kültürün de önemli olduğunu vurguluyorsunuz. Burada bir çelişki yok mu?

‘Aktüel kılmak’ ile ‘popülarize etme’yi ayırmamız lazım. Bizim milletimize ait ideallerle yüklü kültürü aktüel kılmamız lazım ama bunu ABD popüler kültürünün mantığı ile yapmamalı. Kimileri, “ama yaşadığımız zaman böyle”, kimileri ise “gençler böyle istiyor”, diye irtifası düşürülmüş, avamîleştirilmiş şeyleri pazarlama yolunu seçiyor. Bu tam da ABD’nin küresel kültür endüstrisinin mantığına uymaktır. Gençlere ne verirseniz kısa zamanda ona uyum sağlarlar. Yeter ki seviye seviye ayarlayın. Bir misal vereyim müsaadenizle... Hayati İnanç Beyefendi’nin kitaplarına, konuşmalarına bir bakalım. Orada sadece klasik şiirimizi seven ve sevdiren biri yok karşımızda. Hatta bu mesele tâlî bir mesele. İnanç, Türklerin tarihî kaderlerini üstlendikleri zamanların irtifasından konuşuyor. Bir hayat görüşünü dillendiriyor. Bunu roman ve şiirin irtifasında derece derece kim nasıl yapabilir? Mesele budur.

Aksi halde siz bunu başaramayan milletlerin yönetilemez hale geleceklerini mi iddia ediyorsunuz?

Gençlerinize topal atları verirseniz milletlerini savunma vakti geldiğinde niçin gelmiyorlar, diye onlara kızamazsınız. ABD popüler kültürünün mantığına uyup gençlerimize topal atları vermekten vaz geçmeliyiz. 15 Temmuz’da şehit olan gençlerin akranlarının hayatın geri kalan zamanlarında nasıl şuurlanmasını sağlayacağız? ABD popüler kültürü, gençleri, hayatı keyif sürmek olarak görür bir hale getiriyor. “Ben keyfimi yaşayacağım, ülke benim keyfimi sürmeme engel değilse ABD yönetsin”, diyen bir nesli nasıl yönetebileceksiniz? Çin hükümdarı gibi “Halk delirdi, getirin o delirten sudan biz de içelim, akıllı olarak bu halkı zira yönetemeyiz mi?” diyeceksiniz. Medya onları alıklaştırıyor. Türkiye’ye uygulanan ekonomik baskılarla sürdüğü rahat hayatın daraldığını hisseden hedonistler, keyiflerine dönmek istiyorlar. Hayatını onlarca gayretle anlamlı kılmış insanları değil de Ukrayna misali kullanışlı enstrümanlara meyledebiliyorlar.

Ülkemize yönelen Batılı şoklar karşısında onu savunan tek tek entelektüellerimizin olduğunu ama onlar içinden Türkiye’nin tarihi kaderini üstlenen bir entelijansiyamızın olmadığını söylüyorsunuz. Bunun için de bize has bir “kulturkampf”, sizin tabirinizle bir “kültür iradesi” planı öneriyorsunuz. “Devlet”in sanata, düşünceye bir müdahalesi demek değil mi bu?

Hayır. ABD, Rusya, Çin ve AB bunu yaparak bugünkü güçlü hallerine geldi ve yapmaya devam ediyor. Biz yapınca niçin “devlet, sanata müdahale eder miymiş” oluyor... Ayıca bu zaten müdahale demek de değil. Bir şair olarak benim zaten kabul edebileceğim şey değil müdahale.  Anlattığım bambaşka bir şey. Isaiah Berlin’in liberalizminin bize yutturduğu bir safsatadan söz ediyorum. Berlin, kendisinin bir ‘Siyonist’ olduğunu gururla söyler ama başkalarına liberalizmi pazarlar. Yani bize bayağısıyla, en üst düzeyiyle saldıran kültür, andığım devletlerin görünmez elleriyle oluşturulmuştur. Ayrıca ‘kültür iradesi’ uygulamak milletin varlığının temini için şarttır. Selçuklu ve Osmanlı da bunu yaptı. Başka türlü kültürel saldırılara karşı mücadele edemezsiniz. Bu bir eğitim planıdır.