OKUMA yazmaya hafızlıkla başlamıştı. Dünyaya geldiği Kandıra’da bir ilköğretim okulu yoktu zaten, Kur’an kursuna gitmişti. Babasının dersleriyle başladığı hafızlık eğitimine, 1956’da geldiği İstanbul Nuriosmaniye Kur’an kursunda Hacı Hafız Hasan Akkuş ve Üsküdar Musiki Cemiyeti Başkanı Emin Ongan, hayatının akışını değiştirecekti. Türk müziğinin en üretken isimlerinden, mevlithan ve hafız Amir Ateş’in din ve sanatla yoğrulan hayatı böyle başlayacaktı: “O dönemlerde Vefa İmam Hatip’e de devam ettim. Diplomam yoktu, o yüzden dışarıdan devam ediyordum. Ama işin içine musiki girdikten sonra hafızlığı ve mevlithanlığı çok sevdim. Hacı Hafız Akkuş Efendi’nin yanı sıra Kemal Batana ve Sabahattin Volkan gibi isimlerden feyz aldım. Emin Ongan’la baba oğul gibiydik. Bütün algılarım ve hissiyatımın tercümanı oldu. Saadettin Kaynak, musiki sevdamın yanı sıra hafızlığım nedeniyle de bana ayrı bir gözle bakıyor, evladı gibi davranıyordu. Her gülmenin sonunda kederlenme, her kederin sonunda ölmek var denildiği gibi onları böyle bir bir yitirdik. Biz de başıboş sandal misali sallana sallana bu ummanın bizi hangi girdapta içine çekeceği günü bekliyoruz.”
BÜYÜK USTALAR DÖNEMİ BİTMEZ
Yitirilen bu isimler son büyük ustalar dönemi olarak anılıyordu. Peki ama artık usta bestekarların yeri dolamaz mıydı? Ateş’e göre teknoloji hayatı kolaylaştırıp duyguları götürse de ölümsüz besteler ve ustaların dönemi sonsuza dek sürecek: “Bugün tamamen bir dijitallik, hazır bulmuşluk deryası içindeyiz. Saadettin Kaynak’ı, Münir Nurettin’i gördük. O günlerde bir kanun akordu 20 dakikada sürüyordu. Şimdi diyapazonla beş dakikada sürüyor ama o eski duyguları hissedemiyorsunuz. Allah ise her zaman çok farklı yetenekler yaratıyor. Bu isimler kanunu eline aldığında o aletten istifa ettiği halde dünkü tecrübeleri de göz önünde bulundurup iki önemli duyguyu mezcedebiliyor. Denize dalıp inci toplarız. Bir süre sonra o bölgedeki inciler biter ve daha ileriye gitmemiz gerekir. İşte o derinliklere inenler Dede Efendi gibi bestekarlar oluyor. Bir tane buluyorsa da ‘Bunun daha güzeli vardır’ deyip daha ileriye gidiyor. Orada daha güzelini bulup geliyor. Güzel nameler kıyamete kadar da bitmeyecek.”
HER GÜFTENİN FORMU KAİNATTA SAKLI
50’sinin güftesi kendisine ait olan iki binin üzerinde bestenin sahibi Amir Ateş. “Beste tamam oldum” diyene kadar bir şarkı üzerinde defalarca makam değişikliği yaptığını ya da yarım bıraktığı eserler olduğunu anlatan Ateş “Aslında her şiirin makamı, usulü ve formu mevcuttur, kainatta saklı” diyor. Bir erkeğin bir kadına olan aşkının anlatıldığı sanılan ünlü bestelerinin arkasındaysa, bambaşka anlam ve öyküler olduğunu aktarıyor: “Kadıköy’de bir aile dostumun evindeydim. Birden elektrikler kesildi. Annesi mutfaktaydı, salonda yanımda sekiz aylık bebekleri Mehmet huysuzlanmaya başladı ışıklar sönünce. Kucağıma alıp bir yandan camdan dışarıdaki araçların ışıklarını gösteriyor bir yandan evin diğer köşesindeki piyanoya gidip ‘Bak Mehmet dın dın dın dın dııın bam bam bam bam baam diye mırıldanırken ışıklar geldi. Mehmet’i hemen yerine koydum, melodiyi notaya alıp besteledim. O kadar sevildi ki TRT ve reklamlarda yıllarca sinyal müziği oldu. Aslında çok daha güzel eserlerim vardı ama bu beste çok sevildi. Güftenin şairi Melek Hanım’ın o şiiri peygamberimize ithafen yazdığını öğrenince, bestenin neden bu kadar sevildiğini o an anladım. Bir kızıl goncaya benzer dudağın adlı şarkımın böyle bir öyküsü var. Söyle hangi gülden aldın bu pembeyi dudağına’yı oğlum Furkan’a ithafen bestelemiştim. Kadehler dolusu içtim bu gece, sarhoşum kendimden geçtim bu gece’yi 52 yıl önce Üsküdar Musiki Cemiyeti’ndeki (bugün Emin Ongan adı da cemiyet ismine eklendi) aldı) bir meşk sırasında yaşadığım ilk sarhoşluğumda bestelemiştim. Yoksa alkolün tadını bile bilmem.”
KARISININ KISKANDIĞI BESTELER
Ama sadece hayranları değil, yakınları da bestelerin manası ve kime ithaf edildiği konusunda şüpheler taşıyabiliyordu. Hatta bunlardan biri de Keriman Hanım’dı. Amir Ateş, 1971’de evlendiği Şükran Hanım’dan dünyaya gelen oğlu Furkan’ın ardından ikinci çocuklarını beklerken 1977 yılında eşini kaybetti. 1985’te Keriman Hanım’la evlenen Ateş’in bu evlilikten Şevval isimli kızı dünyaya geldi: Su, hava, güneş gibi, suya bir ateş gibi bestemi kime ithaf ettiğimi bir süre sakladım. Karım bayağı üzülüp duygulanmış ama bir dost ortamında bu bestemin ona ithaf olduğunu söylediğimi öğrenince rahatlamış.”
CENAZELERİN BAŞINDA DURUYORDU AMA...
1959 yılında belediye İstanbul Mezarlıklar Müdürlüğü’nde hafız olarak işe başlayan Amir Ateş, buradan emekli oldu ve Üsküdar Musiki Cemiyeti Başkanı olarak beste çalışmalarına, öğrenci yetiştirmeye ve mevlithanlığa devam etti. Münir Nurettin Selçuk’un Emin Ongan’ı arayarak *Senin bestekarı bir gönder de tanıyalım” diyerek yanına çağırdığı Amir Ateş, Selçuk’un konservatuar okuyuculuğu teklifini reddetse de mezarlıklarda bir tedirginliği de yok değildi: “Ölümden değil de ölüden korkarım, tedirgin olurum. Bugün mesela bir cenaze başında durdum. Zaten insan birazcık tedirgin de olmalı. Ama İstanbul Mezarlıklar Müdürlüğü’nde öyle görevliler vardı ki isteyen ailelerin cenazesinin evinde kalıyor, rahmetlinin yanına uzanıp yatabiliyordu. Benim için mümkün değil. Yine de bugüne kadar yaklaşık iki bin cenazeye katıldım.”
Hafize Özal mevlit istememişti
İSTANBUL Mezarlıklar Müdürlüğü hafızı Amir Ateş, yıllarca cumhurbaşkanı, bakan, general ve yüksek düzeydeki bürokrat ve ailelerinin cenazelerinde, mevlitlerinde görev aldı. Unutamadığı görevlerinden biri ise 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın annesi olan Hafize Hanım'ın yeğeni ve eski Şişli Belediye Başkanı Mehmet Emin Sungur'un eşinin mevlidiydi. O sırada erkeklerin arasına gelen Hazife Özal "Amir oğlum, mevlid bid'attır (sonradan çıkarılmış). Sadece Kur'an okuyacaksınız" demiş, Ateş'in yanıtıysa "Hacı ana, zaten Kur'an olmadan mevlid olmaz. Bunu da arzu edenler var" dese de Özal "Hayır, o bid'attır" sözünde ısrarcı olmuştu. Ancak çevredekilerin "Buraya mevlit dinlemeye geldik" demesi ve tepkilerin yükselmesi üzerine Özal "Zaten siz hep böyle yaparsınız" diyerek uzaklaşmış, mevlit devam etmişti.
BABAMA DOKTORLAR ŞİFA BULMAYA GELİRDİ
ATEŞ lakaplı Ahmet hoca, vakti geldiğinde koltuğunun altında taşıdığı koyun postunu çayıra sererdi. Orada çıplak sesiyle okuduğu ezanın çevre köylerden duyulup namaza durulduğu rivayet edilirdi. Kızı Dürdane Hanım’ı Hafız Vehbi Bey’e vermiş, Vehbi Bey hem soyadını Ateş yapmış, hem de oğluna onun Balkan Harbi şehidi evladı Amir’in ismini koymuştu. Cin Hüseyin lakaplı diğer dedesiyse tok sözlülüğüyle bilinen bir isimdi. Bestekar Amir Ateş, sesi ve hafızlığıyla ünlü böyle bir ailenin çocuğu olarak 1942’de Kandıra’da doğmuştu. Soyadını annesinin babasından, adını şehit dayısından alan Amir Ateş, hafız babasının şifalı elini unutamıyor: “İsmim elif değil ayn harfiyle başlar, yani emreden değil imar eden anlamında. Ben sanatla birşeyler yapmaya çalışsam da dedeminkinin yanında benim sesim güzel bile değil. Babam o civarın tek hocası ve sağlıkçısıydı. Askerliği sırasında yüzbaşı rütbesiyle sıhhiyeci olması istenmiş ama medreseden ayrılmamış. Hafız babama doktorlar bile şifa bulmak için gelirdi. Babamın 50’li yıllarda tedavi ettiği isimler hala yaşıyor ve bugün hala görüşüyoruz. “