24 Nisan 2024 Çarşamba / 16 Sevval 1445

Önce kendimizi kurtarmalıymışız

Hattat Hüseyin Kutlu hoca önce Hekimoğlu Alipaşa Camii Kütüphanesi’nde, sonra oradan devamla Biksad’da bu aşkı nostaljik bir heyecan olmanın ötesinde, yaşamanın ve ancak yaşayarak yaşatmanın mümkün olacağını gösteren, buna inandıran bir insan.

ZEYNEP TÜRKOĞLU19 Ağustos 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Önce kendimizi kurtarmalıymışız

Bir âlim…

Bir sanatkâr…

Hattat Hüseyin Kutlu…

Konya’da başlıyor hikâye… Önce imam hatip yılları, sonra üniversitede felsefe tahsili…

Çalkantılarla, sorgulamalarla geçen günler içinde, bir de kürsüde vaizlik var. 

İlim ve fikir damarında hayat bu zikzaklarla akarken bir başka damar, sanat damarı bir yetenekle inşa olmaya başlıyor.

Çocukluğundan itibaren elinin güzel yazıya yatkınlığı bilinen genç Hüseyin Kutlu, öleceğine kesin gözüyle bakılan, son büyük üstadını da sefalete terk eden bir sanatı, hüsn-i hattı müdafaa ve yaşatılmasına destek için kesik ucu alıyor eline. Ve dönemin son büyük ismi Hâmit Aytaç ile kaybolacaktır diye endişe edilen bir gelenek, incelmiş yerlerinden yeni bir aşıyla, canlanıyor, genişliyor. 

İlim, fikir, sanat… 

Medeniyete giden yolun, zemin taşları. 

Hakiki anlamıyla birinin olduğu yerde diğerlerinin ayrı düşmesi pek mümkün değil

Geçmişe dönüp özlemle yad edilen günlerde daha ne kadar takılı kalacak gözlerimiz? 

Ruhumuzu avuntu değil yaşantı ile beslemeye ne vakit geçeceğiz? 

Hattat Hüseyin Kutlu hoca önce Hekimoğlu Alipaşa Camii Kütüphanesi’nde, sonra oradan devamla Biksad’da bu aşkı nostaljik bir heyecan olmanın ötesinde, yaşamanın ve ancak yaşayarak yaşatmanın mümkün olacağını gösteren, buna inandıran bir insan.

 

Peki gaye? O da sohbet sırasında kendi ifadelerinden ilhamla; Hazreti İnsan. Aslımıza, dedemize, Adem’e yaraşır olursak, ne mutlu bize…

Dışarıdan görünen iki damar, ilim ve sanat göze çarpıyor. Siz mi seçtiniz, onlar mı sizi seçti?

Yıl 1960’lar. İmam hatip okulu birinci sınıfta ihtilal olmuştu. Konya’dayız. Esas mesele dini sahada tahsil yapmak idi. İlkokuldan itibaren bizi hazırlayan şartlar da öyle yönlendiriyordu. Fakat imam hatip okulu 5. sınıfta felsefe dersleri başladı. O derslerle birlikte, biz tabii mutaassıp, mütedeyyin bir çevrede yetiştik. Ev camiye bitişik. Böyle bir ortamda yetişen insanın felsefe derslerinde “Allah var mı-yok mu? Nereden bileceğiz?” Buna benzer inancı sorgulayan bir anlayış şok tesiri uyandırdı bende. Bunun çok etkili bir ilim dalı olduğunu düşündüm. O zamanı yaşayanlar bilirler. Bazı tehlikelerle karşı karşıyayız. Bilhassa komünizm, dinsizlik, din afyondur sözleri. Bunlara karşı da bizim mücadele etmemiz gerekiyor. Öyle yetiştiriliyoruz. Dolayısıyla felsefe benim kafamı çok meşgul etti. Demek bu insanları yoldan çıkaran bir şeydir. O halde dini ilimlerden ne fayda göreceğiz. Nihayetinde Müslüman camiaya hitap edeceğiz. Onlar yolunu bulmuş, camiye giden gidiyor. Allah’ı bilen biliyor. O zaman öyle düşünüyorum. Tabi bu arada kendim de her şeyi biliyorum zannediyorum. Esas vahim tarafı da o. Her şeyi biliyoruz, kurtarıcıyız. Bir taraftan çocukluk, bir taraftan da bize yapılan aşının yansıması; kendin için değil, kudsi değerler için yaşayacaksın. 

Bu telkin için bugün ne düşünüyorsunuz? 

Doğru bir yönlendirme. Fakat heyecanı fazla. Şunu eksik bırakmışız; kendimizi ihmal etmişiz. Biz hep dışarıya bir şey yapalım diyoruz. Yıllar sonra, üniversitenin ikinci senesinde kendimizi görmeyi öğrendik. Meğer önce kendimizi kurtarmamız gerekiyormuş. Felsefe bölümünde ilk sene çok savrulmalar yaşadım. Tahsilimi sürdürebilmek için Diyanet’te görev aldım. Bir taraftan camide vaaz ediyorum, bir taraftan da inkâr fırtınaları esiyor içimde. Fakat ben öyle bedavadan inkârcı olmayı da düşünmedim. Olacaksam tam olayım, delilli, ispatlı! Ama inkâr için yeterli delil bulamadım. Sonradan o aradığım dalı imanda bularak tekrar dönmüş olduk Elhamdülillah. Onun için imanın kıymetini bu fakir çok iyi takdir ediyor. 

Hüsn-i hatta başlangıç nasıl oldu?

Küçük yaştan itibaren güzel yazı merakım vardı. Kesik uçla yazardım. Aslında bir kural da bilmiyorum. Sağdan soldan iltifatlar görünce de yazıyorum zannediyorum. Sönmez takvimleri çıkardı. Orada Hâmit (Aytaç) imzalı yazılar görürdüm. Derken hat sanatı Hattat Hâmit’le beraber yok olacak diye bir haber dolaşmaya başladı. Ben de İstanbul’a gidiyorum. Bu konuda kabiliyetim var. Allah bunu bana sormaz mı? O halde hat sanatı kaybolmamalı. Madem Hattat Hâmit’le son bulacak, bu bayrak yere düşmemeli. Sırf bu, başka bir şey yok. O zamanlar hat sanatına bir kimsenin iltifat etmesi için bir sebep yoktu. Koskoca Hattat Hâmit sefil bir hayat yaşıyordu. 

Neden bu hale gelmiş? 

Büyük bir darbe yemiş hat sanatı harf değişikliği ve yasaklarla birlikte. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçıları o zaman itibarıyla, mesela Reis-ül-Hattat-il Hacı Kâmil Efendi, Hulûsi Efendi yazıda güneş. Ama harf değişikliğinden sonra bu hattatlar çekilmişler. Zaten yazmak da yasak. Hulûsi Efendi Yavuz Sultan Selim Camii’nde kayyumluk görev alıyor. Yani camiyi süpürecek. Bir Arnavut hattat geliyor İstanbul’a. Hattat arkadaşlarını arıyor. Kimse yok ortada. Yazıhaneler kapanmış. Hulûsi Efendi’nin Yavuz Selim’de olduğunu öğrenmiş, yanına gidiyor. Hulûsi Efendi son derece üzgün “Ya azizim” diyor, “Geberemedim de ben, bugünleri gördüm işte!” Böylesine günler yaşanmış. Hâmit hoca, aç kalmıştır. Çok acıdır. İnsanlar ilim öğrensin, bilgi devşirsin de ne ile yaparsa yapsın. Ama bin yıldır ilim yaptığımız, telif eserler meydana getirdiğimiz, insanlık tarihi boyunca sanat haline gelmiş ve zirvesine Osmanlı’da ulaşmış tek yazıdır bu. Böyle düşmanca bir savaş açmak doğrusu akılla izah edilebilir bir şey değil. Harfi değiştirirsen değiştir diyelim, kitabelerden ne istiyorsun? Kazınıp yok edilmesi Meclis’ten çıkarılmış kanunla sağlanmış. Sadece bu bin yıldır demlene gelen sanatımız kaybolmasın, sonraki nesle aktaralım diye hat sanatıyla irtibatım oldu. 

“Varlıklı insanlarımız Batı’ya gidip irtibat kurmaya başlayınca oraya ‘bizden’ bir değer bir sanat göstermek ihtiyacı hissettiler. Bu resim, heykel olamazdı. Çünkü onlarda daha iyisi var. Hat, ebrû, Batı’nın da dikkatini çekebilecek alternatifler olarak yükselmeye başladı. Diyebilirim ki birçok şeyde olduğu gibi hayran olduğumuz Batılılar beğenince bizimkiler de demek kıymetliymiş dediler.”

Cami medeniyetin, biz caminin içindeyken üstelik...

Bir Cuma günü camide vaaz ederken gözümün önünden sanki bir perde kalktı. Cami bomboş! Fonksiyonunu yitirmiş bir müessese sanki. Onunla birlikte bir cami sevdası düştü içimize. Camiyle hemhâl olabilmek için vaizliği imamlığa tahvil ettik. Kadırga Sokullu Mehmet Paşa Camii. Ben orada 16. yüzyılı yaşadım üç-dört sene. Bir İslam medeniyet merkezi olarak cami. Mesela Mescid-i Nebevi Peygamber Efendimizin devrinde aynı zamanda devletin idare edildiği yer. Efendimiz toplantılarını orada yapıyor, elçileri orada kabul ediyor. Bunu sonra biz  “külliye” olarak, Osmanlı’da bir mahalle teşekkülünün merkezine yerleştirmişiz. İstanbul fethediliyor, Fatih’in ilk yaptırdığı şey Fatih Camii’nin bulunduğu yere külliye inşa ettirmek. Medrese, tabhane, aşhane, kütüphane, hamam her şey orada. Etrafında da evler. Hiçbir Müslüman evi iki kattan fazla değil. Allahın evi ile kulun evi arasındaki fark belli. Şimdi kulların evi gök deliyor. Bu aslında hazin bir tablodur. 

CAMİ HAYATIN MERKEZİNDE OLMALI

Cami Allah’ın birliğini, varlığın maliki, hâlıkı, terbiye edicisi olduğunu temsil ediyor. Bunu ıskalayan akıl sahibi bir kul olamaz. O’nu tanımayan, O’nun yarattığı hiçbir şeye saygı göstermez. Nitekim bugün geldiğimiz yer de budur. Oysa cami geleneğimizde bize bütün bu hakikati daima hatırlatan bir düzende idi. Merkezde, olması icap eden yerdeydi.