25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Müminin Miracı: Namaz 

Bütün ibâdetler; namaz, oruç, hac, zekât, sadaka ve zikir ilâhî sözleşmeye bağlı kalmanın şâhidleri sayılır. Nitekim zekât vermek, dostlara armağanlar sunmak ve hasedden vazgeçmek ezel sırrına ermenin şâhididir. Namaz kılmak bu ilâhî muâhedenin şartı olarak Allah’a verilen sözün bizâtihî icrâsıdır.

PROF. DR. HASAN KÂMİL YILMAZ2 Haziran 2019 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Müminin Miracı: Namaz 

Oruç helal nîmetlerden bile elini yumak sûretiyle haramdan uzaklaşmanın ve yine ilâhî sözleşmeye bağlı kalmanın yüksek bir tezâhürüdür. İnsanın bu sözleşmeye bağlı kalışının en önemli cevheri takvâ ve ihsân şuurudur. Bunları olgunlaştıran da ibâdetlerdir. Şeytan varoluşundan itibaren insanı bir türlü içine sindirememiş ve sürekli onunla boğuşmaktadır. Şeytan, âdemoğlu sebebiyle ilâhî huzurdan kovuluşunun intikâmını almak üzere sırât-ı müstakîm üzerine oturmak ve onu doğru yoldan uzaklaştırmak için izin almıştır. 

Allah Rasûlü: “Namaz müminin mîrâcıdır” buyurarak namazı yüceltmektedir. Mevlânâ da Allah ile mülâkât olarak değerlendirdiği namazın rükünlerinden her birini işârî ve sembolik olarak yorumlamakta ve şunları söylemektedir: İftitah ile namaza giren kul, kurban kesen gibi: “Allahu Ekber” diyerek nefsini kurbân etmeye hazırlanmaktadır. Kul bu tekbîrle bütün şehvetlerden, hırslardan arınmakta ve âdetâ Allah’a kendini kurbân etmektedir. Kıyamda duran kul, Allah’ın huzûrunda hesap vermeye hazırlanan insan gibidir. Gözyaşı dökerek ayakta durmak, kıyâmet günü yeniden dirilerek kabirlerinden kalkmış kimselerin mahşer yerinde Allah’ın huzûrunda ayakta durmaları gibidir. 

Kırâat sırasında kul âdetâ Rabbıyla konuşmaktadır. Allah kuluna verdiği nîmetleri hatırlatarak: “Sana verilen bu ömür süresince neler yaptın, ne kazandın, bana ne getirdin, ömrünü nerede harcadın? Rızkı, kuvveti nerede kullandın? İrâdeni, duyularını neye harcadın?” diye sorar. Bu soruları düşünen ve yeterli cevap bulamayan kul, bu nîmetleri veren yüce Rabbinden utanır, günâhlarını düşünür, utancından iki büklüm rükûa varır. Ayakta durmaya mecâli kalmadığından “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” diyerek Allah’ı noksan sıfatlardan tenzîh ile tâzîm eder. Ardından fermân-ı ilâhî gelir ve âdetâ denir ki: “Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver.” İki büklüm olmuş kul hayâ ile başını kaldırır fakat dayanamaz, utancından bu sefer yüzüstü yere kapanır. Secdede:  “Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ” diyerek Rabbini hicâb duygusuyla tesbîh eder. 

Tekrar kendisine âdetâ şöyle denilir: “Başını kaldır, yaptıklarından haber ver.” Kul bir kere daha başını kaldırır ama utancından tekrar yüzüstü kapanır. Hak Teâlâ tekrar: “Başını kaldır, yaptıklarını birer birer haber ver” buyurur. Allah’ın azameti ve heybeti karşısında acze düşen insan bu ağır yükle dizüstü / ka’deye oturur. Cenâb-ı Hak yine: “Verdiğim nîmetlere nasıl şükrettiğini bana göster” deyince kul bu sefer yüzünü sağ tarafına çevirir, peygamberlerin ruhlarına ve meleklere selâm verir. Onlardan şefâat umar. Ayağının tökezlediğini ifâde eder. Peygamberler de selâm veren kula derler ki: “Çare ve destek dünyâdaydı. Şimdi geçti. Orada hayırlı işler yapsaydın, ibâdet etseydin olurdu.” Kul bu sefer ümitsizce yüzünü sola çevirerek akrabâlarından, dostlarından yardım diler. Onlar da ona: “Biz kimiz ki sana yardım edelim? Kendi cevâbını Allah’a kendin ver” derler. Ümitsiz ve çaresiz kalan kul ellerini açarak duâya başlar: “Allah’ım herkesten ümîdimi kestim. Kulun evvel ve âhir başvuracağı ve sığınacağı sâdece Senin rahmet ve mağfiretindir. Beni bağışla!” Namaz kıyâm ile azamet ve heybet duruşuyla ayakta duran cemâdâtın; dağların, taşların, kayaların tesbîhini; rükû ile hayvânâtın tesbîhini; secde ile kökleri yerde olan nebâtâtın tesbîhini andırmaktadır. Böylece namaz varlık âleminin özü ve özeti insanın, ibadetinde de bütün varlık âlemiyle ortak olduğunun ifadesi; Hakk’a yükseliş ve miracıdır.