Diyor ki İslamcı sosyolog, “İslamcı entelektüeller devletleştirildi...” Bunu AK Parti yapmış...
Başka?
Türkiye, “Osmanlı İmparatorluğunu ihya ediyoruz” dolduruşuyla, AK Parti eliyle Çanakkale Savaşı’ndan da beter bir felakete doğru sürükleniyormuş. Başımıza gelen (istikbalde gelecek) bütün kötülüklerin müsebbibi Dışişlerine sızmış “İttihatçı” bir kadroymuş... Zaten AK Parti başlı başına bir felaketmiş...
Bilmem...
Ben, Dışişleri’ne sızdığı öne sürülen İttihatçı kadroyla, İslamcı sosyolog arasındaki “su sızmaz ilişkiye” bakarım.
Bir zamanlar çok iyiydiler.
Bu ilişkinin ya da ortaklığın nasıl bozulduğunu İslamcı sosyolog açıklasın.
Ne oldu da ayrı düştünüz?
Dün ortak dergiler çıkarıyordunuz, ortak kitaplar neşrediyordunuz, ortak planlar yapıyordunuz. Bugün İttihatçı mı oldular?
Hiçbir kadronun, hiçbir ekibin, hiçbir dar örgütlenmenin elemanı olmadım... Çok şükür bugüne kadar bir ihale, bir organizasyon, bir “kültürel etkinlik prodüksiyonu” içinde de yer almadım.
Danışmanlık yapmadım.
Belediyeler tarafından maaşa bağlanmadım.
Bedava bilet almadım.
Kültür İşleri Dairesi’nin telifine tamah etmedim. Kültür İşleri Dairesi’nin yolunu dahi bilmem...
O halde rahat konuşabilirim:
İslamcı sosyolog “İslamcı entelektüellerin devletleştirildiğini” öne sürüyor.
Ben, devletleştirilmiş bir İslamcı entelektüel bilmiyorum ama kamusallaştırılmış (belediyeler tarafından ihaleye boğularak kamusallaştırılmış) İslamcı sosyolog tanıyorum.
Madem “birdenbire muazzam paraya sahip olanlar”dan konuşacağız, İslamcı sosyolog bize, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi etkinliklerinin hangi “kuruluş” üzerinden gerçekleştirildiğini ve kendisinin bu kuruluşta üstlendiği rolü (aldığı yüklü telifleri ve danışmanlık ücretlerini) anlatsın.
Ki, söylediklerini ciddiye alabilelim.
Bir de zahmet olmazsa, “küresel bir vizyona sahip olduğunu” öne sürdüğü camiayla, “siyaset kurumu” arasındaki ilişkiye bakıversin sosyolog gözüyle...
Dini bir hizmete koşulmuş camianın, siyasi sonuçlar doğurabilecek birtakım “kirliliklerle” anılması, birtakım kirliliklerin kaynağı olarak gösterilmesi “savunulabilir” bir pozisyon mudur?
HAMİŞ:
Bir zamanlar, “Vahdet” adlı haftalık bir derginin teknik işlerini (editörlük, sayfa sekreterliği, grafikerlik) yürütüyordum.
Derginin daimi yazarları vardı...
İslamcı sosyolog da daimi yazarlar arasındaydı...
Sayfaları bağlayacağımız gün, derginin genel yayın yönetmeni ve ortaklarından Ahmet Küçükağa, daimi yazarlardan birinin (yani İslamcı sosyologun) faks cihazından “henüz” çıkmış yazısını getirdi. “Bak bakalım, abimiz ne yazmış?” dedi.
Baktım... Yazı, Türkiye’deki “İslamcı gruplardan” birini hedef alıyordu ve “devrimci” (!) bir şiddetle kaleme alınmıştı. Çok ağır bir yazıydı. Grubun liderine yönelik de “ağır” ve “incitici” ifadeler vardı; “Ağlayan hoca” filan gibi... En hafifi “ağlayan hoca”ydı!
Küçükağa’ya, “Bu çok ağır ve haksız bir yazı... Yayınlayacak mısınız? Bence yayınlamayın, ayıp olur!” dedim.
Küçükağa, kısa bir tereddüt yaşadı. “Ben de ağır buldum ama ne yapalım, mecburen yayınlayacağız. Bilmiyor musun adamın huyunu? Yayınlamazsak kıyameti koparır!” dedi.
Biliyordum. Kıyameti koparırdı.
Kıyameti koparmasın diye yayınladık o yazıyı.
İslamcı sosyolog bugün, bir zamanlar liderini “ağlayan hoca” olarak tavsif ettiği grubun gazetesinde yazıyor.
Dahası, gruba “küresel vizyon” atfediyor.
Sadece “ilginç” diyorum.
Başka da bir şey diyemiyorum.