Aman ağzımdan yel alsın, elbette kimse ölmesin, herkes yaşasın. Lakin açlık grevlerinin 65. gününe ulaşılan şu gün de, eğer “bir irade” hayata dönüş kararı almazsa 12 Eylül’de ölümcül bir yola çıkan PKK’lı ve KCK’lılar için yolun sonunun göründüğü de bir gerçek.
O zaman soralım: Cezaevinden bir tabut çıkarsa ölenlerin vebali kimin boynuna asılacak?
PKK’nın dediği gibi AK Parti’nin ve Başbakan’ın mı yoksa askerleri, polisleri, kadın-çocuk demeden sivilleri öldürerek siyaset dayatan, şimdi bir de hapishanelerde kıstırdığı mensuplarını aç bırakıp “şunları şunları hemen yapmazsanız ölürler” şantajı yapan PKK’nın mı?
Olası ölümlere karşı “bir şey yapmalı” çağrıları olsa da genel kamuoyunda bunların karşılığının olduğunu söylemek zor. Ya “insanlar ölmek istiyorlarsa kararlarına saygı göstermek gerekir” şeklinde steril bir anlayış hakim Türkiye genel kamuoyunda, ya da “ge...” vurgusuyla ifade edilen tepkili bir anlayış. Aslında her iki anlayışa göre de muhtemel ölümlerin şimdiden makul bulunduğu gayet açık.
Bunun nedenlerine geçmeden önce tespit etmemiz gereken iki şey var burada. İlki, açlık grevine girenlere ve olası ölümlere karşı aşılmaz bir uzaklık, kararlı bir umursamazlık ve bariz bir duygusuzluk olduğu. İkincisi ise, bu eylemin siyasi sorumluluğu kiminse ölümlerin sorumluluğunun da onda olduğuna dair kesine yakın bir inanç.
Ölümü çeşitlendirmek
Neden böyle diye baktığımızda gördüğümüz ise, toplumun süreci gayet yakından takip ettiği ve PKK’nın oyunlarına doyduğu gerçeği. PKK’nın öne sürdüğü şartlardan anadilde savunma ve ana dilde eğitim konusunda sürecin çok evvelden işlemeye başlamış olması haliyle hem PKK’nın argümanını çürütüyor hem de yaratmak istediği “ölümü göze almaktan başka yol yok” ilüzyonunu dağıtıyor.
Enstitüler, seçmeli dersler, yayınlanan eserler, 7/24 yayın yapan devlet kanalı vesaire vasıtasıyla Kürtçe geç de olsa hayata karışıyor ve üstelik devlet tarafından konuşuluyor. Kürtçe savunma hakkı da Mecliste, bugün yarın yasalaşacak.
Bütün bunları herkes görürken PKK neden görmüyor? Aşikar ki “biz istedik devlet yaptı” dedirtebilmek, güç devşirebilmek için.
Öte yandan Öcalan’ın durumunun değişmesi için sorumluluktan kaçıyor. Öcalan’ın hapislik şartlarının değişebilmesi, bunun en azından konuşulabilmesi için, Türkiye’de terör nedeniyle tek kişinin dahi burnunun kanamadığı günlerin uzayıp yıllar, yıllar olması gerektiği gerçeğiyle yüzleşemiyor, gereğini yapamıyor, bunun yerine insan öldürme yollarını ve şiddeti çeşitlendiriyor.
Fırat’ın öte yanı için
BDP de Meclis komisyonlarındaki görevlerini askıya alarak pek çok ortak derdimize deva olması umulan demokratik anayasa yapım sürecini sekteye uğratıyor. Böylece terör örgütü yapılanmasında BDP’nin “dış kapının mandalı” hükmünde olduğu kabul edilse dahi, o mandalın demokratikleşme süreçlerini kilitlemekte ne kadar mahir bir aparat olduğu da görülüyor!
PKK icraatları bu tiyatrolarla da sınırlı değil tabi, her gün ülkenin dört tarafına dağılan şehitlerin, yakılan okulların, kaçırılan öğretmenlerin ardı arkası kesilmiyor, haliyle kamuoyunun öfkesi artıyor, tahammül azalıyor.
Öte yandan bütün bu süreçler, PKK ile organik, inorganik yahut ideolojik bir bağı olsun olmasın Fırat’ın öte yanındaki Türkiyelileri kuşkusuz farklı etkiliyor. PKK şiddetinden yılmış olsalar da, devletin değiştiğini, hükümetin çözüm için çalıştığını görseler de çocuklarına zarar geldiğini ya da geleceğini düşündüğü noktada serinkanlılığını yitiriyor çünkü insanlar. Haliyle duygular, tercihler değişiyor. Bu nedenledir ki cezaevlerinden çıkacak her tabut, bölgede çarpan etkisi yapacak ve bölgeyi enfeksiyonlara açık hale getirecek. PKK zaten bunu hesabını yapıyor ve bugünlerde cezaevinden çıkacak tabutların yolunu büyük umutlarla gözlüyor.