Suriye krizi giderek daha ince bir diplomasi gerektirecek seyirde derinleşiyor. Baas rejiminin iktidarda kalma süresi uzadıkça krizin sevk ve idaresinin zorlaşmaya başlaması da şaşırtıcı bir durum değildir. Yaşanan, Suriye yönetiminin iş başından uzaklaşmasıyla sonuçlanacak bir süreç ama ne yazık ki bu sonuca ulaşmak daha fazla kana ve cana mal olacak.
Diktatörlerden kurtulma tecrübesi çoğu kez bu seyri izlemektedir. Gerçeği göremeyen, değişimi fark edemeyen ve kendisini sorunun üstesinden geleceğine inandıran rejimler çoğu kez daha kanlı bir finalle tarihe mal olurlar. Mısır ve Tunus devrimleri bu yüzden daha değerliydi.
Görünen o ki Ortadoğu’da değişimi, Arap Baharı’nı okumak konusunda sadece o coğrafyada değil Türkiye’de de ciddi problemler var. Esad’ın kalabileceğini düşünen ve/veya kalmasının iyi olacağına odaklanan; kalırsa da Türkiye’nin ve dolayısıyla hükümetin kaybedeceğini ümit eden bir okuma var. Özellikle CHP’nin Suriye konusunda gelip yaslandığı pozisyon budur.
Nitekim, hükümet politikasını eleştiri çerçevesinde başlayan eleştirilerin kısa sürede Esad jargonuna paralel bir noktaya ulaşması bunu gösteriyor. Bir iç politika polemiği nasıl yürütüyorsa, CHP Suriye konusunu tamamen öyle yürütülüyor.
Başka bir konuda görülmemiş bir coşkuyla hem de...
Ancak, ABD’nin bile adım atmak için seçimleri beklediği olağanüstü hassas bir vak’ayı gündelik siyaset malzemesi yaparsanız sonu kaçınılmaz olarak siyasi yenilgi olur.
Şurasını da unutmamak gerekir ki bugün ana muhalefet partisiyle iktidar partisinin durumu aynı değildir.
İktidar partisi, bir yandan Suriye politikasını yürütüyor ama öte yandan, anayasa değiştiriyor, ekonomide kararlar alıyor, eğitimi yeniden yapılandırıyor; mesela dersaneleri kaldırıyor ya da yeni yol ve köprüler yapıyor. Birçok alanda her biri önemli işler için kollarını sıvıyor. Hepsinde de sesi aynı tonda çıkıyor.
CHP için ise, politik varlığını tek ifade etme yolu olarak Suriye dosyası kaldı. Başka bir konuda ses yükseltme gereği duymuyor.
Yarışı tek kulvara indirmiş durumda ve orada da umudunu ayakta tutan tek şey Esad’ın ayakta kalabilmesi. Tersi olursa yani Esad giderse; bu CHP’nin dünyayı okuyamama sicilinin son satırı olacak ve Kılıçdaroğlu durduğu yerde ağır bir yenilgi almış olacak.
Ama CHP’nin hesabı başka... Esad ayakta kalacak ve dolayısıyla hükümet kaybedecek, CHP’ye de politik alan açılacak.
Hesap bu olmasa, CHP’li milletvekilleri mülteci kamplarında direnişçi arayıp dünyaya duyurmak için olağanüstü gayret sarfetmezdi.
Genel Başkan, olayı kişiselleştirip Dışişleri Bakanı’na karşı başlatılan küresel kampanyanın bir parçası olmazdı.
Ya da daha bir hafta önce BM’de 130’u aşkın ülkenin kınadığı Suriye’yi savunmak için, “Türkiye’nin yanında topu topu 3-4 ülke var” diyerek gerçeği çarpıtmazdı.
Son konuşmasının bir yerinde Türkiye’yi Suriye konusunda “taşeron” olmakla suçluyor, yani ABD’nin politikasını uygulamakla itham ediyor. Aynı konuşmanın sonraki paragrafında Türkiye’nin destekçileri arasında bu ülkeyi saymıyor.
Aslında ikinci söylediğinin doğruya daha yakın bir görüş olduğunu biliyor ama bir dış politika hamlesini eleştirirken “ABD taşeronluğu”nu lafın bir yerine koymazsanız tabii ki tadı olmuyor. CHP Genel Başkanı’nın tabanına dönüp Türkiye’nin bu kapsamda bir olayda tarihte ilk kez ABD’nin ne düşündüğünü hesaba katmaksızın sahaya çıktığını söyleyebilmesini de kimse beklemiyor.
Politik körlükte en kritik evreye, rakamların ve gerçeklerin çarpıtılmaya başlandığı aşamaya geçilmiş durumdadır. Dış politika birçok noktada eleştirilebilecekken CHP’nin en riskli yolu seçmesinin tek izahı olabilir; adanmışlık. Ana muhalefet partisinin siyasi analiz kapasitesi, yakın geçmişte ekonomik kriz çıkmasını umarak hükümetten kurtulmayı hesaplayan malum organizasyonların seviyesine kadar inmiş görünüyor.