Sıkıntılı, acı dolu bir dönemden geçiyoruz. Bir yanda yürekleri dağlayan bir zulüm. Diger yanda hesaplar uğruna bunca zulme, katliama ve feryada sessiz kalanlar.
Önce haftasonu yayınlanan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Millete Hizmet Yolunda konuşmasından bir bölüm aktarmak istiyorum.
‘Eğer, bundan 942 yıl önce, Sultan Alparslan’a, ‘Senin Halep’le, Şam’la, Kudüs’le, Kahire’yle ne işin var” denilseydi, inanın Malazgirt Zaferi olmaz, Kayı Boyu Söğüt’e gelemez, Ortadoğu kendisini toparlayamaz, tarihin tozlu sayfalarında kaybolur giderdi. Eğer bundan 800 yıl önce, Sultan Selahaddin’e, ‘Senin ne işin var Kudüs’le, sarayında otur, rahatına bak’ denilseydi, inanın, bu coğrafyanın tarihi çok daha farklı olurdu.
Ecdadımız, tarihimizin yüce şahsiyetleri, bizlere en çok da onuru, şerefi, insani ve vicdani değerleri miras bırakmışlardır. Onurlu, şerefli, kalbi ve vicdanı olan insanlar, Hakk’a Hak, zalime zalim, caniye cani, katile katil demekten asla çekinmezler.’
Bir noktanın daha altını çizdi Erdoğan konuşmasında. Bölgede yaşanan acıların, ortaya çıkan katliamların, dışarıdan gelen düşmanlar, Vandallar, barbarlar eliyle değil, bizzat kendi ülkelerinin vatandaşları, yani kardeşlere eliyle gerçekleştiğini söyledi.
En hazin olan da bu zaten. Kardeşler arasındaki çekişmeler, anlaşmazlıklar, yüzbinlerin hayatına mal oluyor. Başbakan Erdoğan bu durumu ‘Mazlumların düşman çizmeleri altında değil, kardeşlerinin kırbacı altında inlediği’ cümleleriyle ifade ediyor.
***
Türkiye’nin kendi etrafında olup bitene sessiz kalmasını savunanların farklı gerekçeleri var. Kimi güvenlik kaygısıyla, kimi olup bitenin bizzat dönüp bizi vurmasından çekindiği için bu kadar geniş bir alana ve birbirinden zorlu sorunlara ilgi gösterilmesini eleştiriyor.
Bu gerekçeler elbette önemli. Ancak şu sorular sanki daha yakıcı gibi görünüyor. Türkiye bu sorunlara ilgi göstermediği takdirde bu coğrafyada yoluna devam edebilecek bir ülke mi? Daha açık bir soruyla, bu sorunlardan uzak kalmak istese de, onları üreten ve yönetenlerin hedefi olmaktan kurtuması mümkün mü? Tam da bu nedenlerle savunma hattını daha geniş bir alanda kurması, kendi geleceği, güvenliği ve değerleri açısından daha doğru değil mi?
Bugünlerde konuşup tartıştığımız herşeyde bu soruların cevabını arıyoruz. Sadece güvenlik üzerine şekillenen bir gelecek tasavvurunun, korumak bir yana, bizi sorunların bir parçası haline getirdiği/getireceği üzerinde daha fazla durmak gerekiyor.
***
Ne zaman bunları konuşsak, aklıma ‘Endülüs’e Ağıt’ geliyor. Endülüs’ün vahşice yok edilişinin ardından Ebul Beka’nın (Salih bin Şerif) yazdığı şiir, kendi gücünü kudretini sonsuz sayıp kardeşleriyle çekişenlerin hangi zulümlere ortak olduğunu bir kez daha yüzümüze çarpıyor:
‘Her yükselen bir gün düşer, inişler başlar zirveden / Ömrün mutlu günlerine niçin aldanır ki insan / Her şey değişir gök gibi, bir gün pırıl pırıl bir gün bulutlu / Sen de öylesin işte / Bu gün güldürürse, yarın ağlatır zaman / Kime ebedilik vermiş, kime yaramış sonsuzca / Hedefini delip geçmezse kılıçla mızrak / Geri döner, yaralar kendi sahibini.
... Siz ey! Karşı kıtada bin nimet içinde / Saltanat içinde mutlu yaşayanlar! / Sizin hiç haberiniz var mıdır Endülüs’ten / Bir siz kalmışsınız duymayan halimizi! / Onlar sizden yana çevirerek gözlerini /Ufuklara bakıp, bir imdat beklediler / Öldürülen asker, esir düşen kadınlar / Nedir bu çatışma, bu ayrılık İslam arasında / Ey kulları Hakkın, kardeşsiniz kardeş! / Bir yardım duygusu bile, yok mu içinizde /Alıp götürdü, nemiz var nemiz yok bir zulüm seli...’