ZORUNLU GÖÇ ÜZERİNE ÇALIŞAN ÖZLEM YAĞIZ VE EMİNE UÇAK İLE ‘MALAN BARKİRİN’İ KONUŞTUK
Terörle mücadele kapsamında 1990’larda köyleri boşaltılanlarla görüşen Erdoğan ve Yağız: Meseleye bir dönemdi, yaşandı bitti diye bakmamak lazım çünkü travmalar hala çok canlı ve sorunu büyütüyor.
80’lerin sonundan 90’ların ortalarına dek devlet, bölgedeki köyleri boşaltmanın terörle mücadele için çok elzem ve öncelikli bir yöntem olduğunu düşündü. Teröristlerin köylülerden destek aldığını, köylerde barındığını, beslendiğini düşünüyordu. Mutlaka bunu yapan da vardı ama bunu bölgede yaşayan tüm köylülere teşmil etmek ve insanları evlerinden karda kışta zorla çıkartmak da büyük bir haksızlıktı. Zorla göçün Kürt meselesinde sorunu çok derinleştirdiği, travmalara yol açtığı, yaraları cılk yaralara dönüştürdüğü ve asıl halka karşı bu hoyrat tutumun PKK’yı büyüttüğü gerçeği çok geçmeden ortaya çıktı. Lakin acılar görülmediği, yaralar kapanmadığı içindir ki mesele bir türlü hal yoluna girmiyor.
Zorunlu göçün neden ve nasıl olduğunu, göçerlere, topluma ve soruna nasıl bir etkisi olduğunu meseleyi kendine dert edinmiş iki genç kadınla, Özlem Yağız ve Emine Uçak Erdoğan ile konuştuk. Yağız ve Erdoğan, diğer arkadaşları Yıldız Amca ve Necla Saydam ile birlikte zorunlu göçü yaşamış insanlarla görüşerek Malan Barkirin (Evlerini Yüklediler) adında önemli bir kitap çalışmasına imza attılar. Amaçları dikkatleri bu acılı alana çekmek, yani yüzleşmeyi helalleşmeyi ve artık tüm toplum olarak iyileşmeye katkı sağlamak.
Kitabın adı olan “Malan Barkirin” ne demek?
Emine Uçak Erdoğan: “Evlerini yüklediler” demek. Şivan Perwer’in çok bilinen şarkısından aldık. Şarkının herkeste farklı bir anlamı var, ben babamın sesinden hatırlarım daha çok bu şarkıyı.
90’lardaki göçten sonra mı yakılmış şarkı?
Dersim göçünden sonra yakıldığı ya da daha eski bir türkünün sonradan yeniden derlenerek, Dersim göçüne uyarlandığı söyleniyor. Bu mahalli şarkı muhtemelen Şivan Perwer söyledikten sonra herkesçe bilinir oldu. Kürtçe anlamı daha güçlü aslında, Türkçeye çevrilince eksiliyor. Maddi anlamda evi, eşyaları yüklemekten çok daha güçlü bir anlamı var Kürtçede.
EVLERİNİ YÜKLEDİLER
“Evlerini yüklediler” / “malan barkirin” demeye sebep olan olayları hatırlatır mısınız, 90’larda ne olmuştu da göçülmüştü?
Özlem Yağız: Devletin emriyle zorunlu bir göç oldu, köyler boşaltıldı. Takribi 2 milyondan fazla insan yaşadıkları yerlerden başka yerlere gitmek zorunda kaldılar. Bu göçler bölgenin, toplumun sosyal dokusunu, alışkanlıklarını bozdu. Bunun öfke boyutu var, mağduriyet boyutu var, kayıp boyutu var, insanların topraklarından koparılması boyutu var. Asimilasyon boyutu var, asimilasyona duyulan tepki boyutu, suç-yozlaşma boyutu var.
KÜRT MESELESİ ZORUNLU GÖÇ GÖRÜLMEDİĞİ İÇİN BİTMİYOR
Zorunlu göçü “Devletin, PKK terörüyle mücadelenin bir gereği olarak bölgedeki köylerde yaşayan halkı evlerini köylerini boşaltmaya zorlaması” olarak mı tarif etmeli peki?
Zorunlu göç klasik anlamıyla PKK ile mücadele kapsamında daha çok 88-95 arasındaki devlet tarafından köylerin boşaltılması olarak anlaşılsa da, konuyu aslında daha geniş düşünmek gerekir. Bu savaştan bir şekilde etkilenen çok insan var. Köyleri yakılan ve topraklarından sürülen insanlar olduğu gibi, PKK tarafından baskıya maruz kaldığı ya da çift taraflı baskıya maruz kaldığı için köyünden göçmek zorunda kalanlar var. Köyü yakıldığı, boşalt emri geldiği için göçenlerin yanı sıra mesela Süryaniler gibi faili meçhullerle başlayan süreçte azınlık olmanın getirdiği korku ve panik haliyle ülkesini terk etmek zorunda kalanlar da var… Dolayısı ile bu klasik tanımdan biraz daha geniş bakmalı diye düşünüyorum zorunlu göçe. Tazminat gibi hukuksal boyutuyla düşünüldüğünde anlamlı olan bu tanım, meseleye sosyal boyutuyla bakıldığında yetersiz kalıyor.
Emine Uçak Erdoğan: Bence zorunlu göç doğru anlaşılmadığı için Kürt meselesi de anlaşılamıyor. Bir dönem böyle bir şey yaşandı ve unutuldu, Tazminat Yasasıyla sorunun halledildi diye bakılıyor. Ama aslında bugüne taşınılan ve hem yaşanılan hem gidilen yerlerde derinleşen ve her yere değen bir tarafı var zorunlu göçün. Zorunlu göçle tam anlamıyla bir yüzleşme, telafi ve özür gerçekleşmediği için de halen yaşanıyor. Ülkenin batısında insanlar ötekileştirilebiliyor, sorunlar yaşanabiliyor. Ortalık daha sakin olmasına, 90’ların çatışmalı ortamı olmamasına rağmen normalleşememin sebebi de bu. Zorunlu göçle şehirlere, büyükşehirlere gelip de o travmayı atlatmayan çok insan var çünkü. Ve bu, meselenin her seferinde daha da derinleşmesine yol açıyor. Onlar normalleşmediği için bitmiyor bu mesele.
AÇILIMIN ZORUNLU GÖÇLE İLGİLİ BİR AYAĞI OLMALI
Zorunlu göçe zorlanan insanlar için olayın iki aşaması var sanki. 1) Evleri yakılarak karda kışta göçe zorlanmaları 2) Köyde yapılan işler dışında haliyle başka meslek bilmezken, belki dil bilmezken kalabalık aileleriyle göç ettikleri şehirlerde geçim ve uyum zorluğu çekmesi. Sizce de öyle mi?
Kendi toprağında kalamayanların travması daha büyük. Köyünden çıkmak zorunda kalsa da kendi şehrine taşınanlar diğerlerine göre daha fazla normalize edebilmiş yaşadıklarını. Mesela anneannem Eruh’un bir köyünde yaşıyordu, Şirvan’a geldi ama hala aklı orada. Devlet bu işe hep bir dönem olarak bakarak, insanların sadece maddi şeyler kaybettiklerini düşünerek hata etti. Süreç de bu hata üzerinden işledi. Kürt açılımının zorunlu göçle ilgili mutlaka bir ayağının olması gerekirdi.
Zorunlu göç ve sonuçları Kürt meselesinin önemli bir ayağı olarak değerlendirilmeli ve bunun zararlarına travmalarına da çare aranmalı diyorsunuz?
Özlem Yağız: Tazminat yasası konuya çözüm olmakta çok yetersizdi. Zorunlu göç sırasında çok ağır olaylar yaşayarak ruhen çok örselenmiş birçok insan var. Öte yandan bu derece ağır travma yaşamamış belki evi yakılmamış ama paldır küldür evinden çıkarılmış, bilmediği bir hayatın içine gelmiş milyonlarca insan da var. Dil problemi olan, maddi durumu yetersiz olan bunca insan gittikleri şehirlerin yaşamına da alışık değiller. Bunlar çok ağır sorunlar. Sizlere 10-15 bin lira tazminat verelim konu kapasın diye geçiştirilemeyecek kadar derin…
ÖFKEDEN ÇOK UMUTSUZLUK VAR
Herkeste yaşadıklarına bağlı olarak muhtemelen farklı farklı seyrediyordur ama yine de sormak isterim: Zorunlu göçü yaşamış insanların duygu durumu nasıl? Öfke mi önde, umutsuzluk mu?
Öfke de var ama daha çok hüzün ve yaşama sevincini kaybetme hali yaygın. Bazıları anlatırken kendi hayatı değilmiş gibi, başka birinin yaşadıklarını anlatıyor gibi adeta. Yaşlıların ise göçü çok daha ağır ve farklı yaşadığını düşünüyorum. Babam sağlıklıydı, iyiydi ama göçten sonra çok kederlendi ancak iki yıl, üç yıl yaşadı, diyen çok.
DEVLETE ÖFKE, TOPLUMA SİTEM VAR
Öfke kırgınlık kime neye yöneltilmiş vaziyette? Bu yaşadıklarımızın sorumlusu devlettir, devlet içindeki derin yapılardır, askerdir, tüm Türkiye toplumudur gibi bir somut hedef, sebep var mı?
Farklı tepkiler var, devlete karşı yoğunlukla var ama Allah’a şükür ben topluma karşı büyük bir tepki gözlemlemedim. Daha çok sitem var.
Zaman öfkeyi büyütmüş mü yumuşatmış mı peki?
Emine Uçak Erdoğan: Bunun en somut ve yakın zamanlı örneği Uludere. Uludere’de olayın hemen ardından dile getirilen duygularla aylar sonraki durum çok farklı. Aradan geçen zaman içinde telafi edici yaraları iyileştirici bir gelişme olmayınca insanlar hızla politize oluyorlar ve duygularının yönetimini de kaybediyorlar. Oysa daha bağımsız hareket edebilse kendi duygularını da daha iyi anlayacak ve anlatabilecek. Birlik olma durumu olunca insanların kendi hassasiyetleri de aynileşiyor. Ama yine de çoğunluk o duyguyu genele yaymıyor. Ama çatışma devam ettiği için farklı yerlere de savrulabiliyorlar.
YAŞADIKLARI BİLİNSİN İSTİYORLAR
Ne bekliyorlar devletten, toplumdan?
Özlem Yağız: Aslına bakarsanız acı olan bir beklentilerinin olmaması. Acılarını anlatıyorlar ama maalesef şöyle olsun devlet bizim için bunu yapmalı demiyorlar. Beklentileri olsa sorunu aşmak belki daha kolay olurdu.
Emine Uçak Erdoğan: Onların beklentisinin olmaması işin bir yönü, bence bu konuda bir özür ve telafiye gidilmesi en öncelenmesi gereken mesele, Kürt meselesinde. Kaç kişi olduklarını bile bilmiyoruz. İstatistikler var ama o rakamlar gerçek rakamlar değil çünkü göç edenler kadar gittikleri yerde değdikleri insanlar da olmalı rakamlar içinde. Bu kadar büyük bir kitlenin bu devletten toplumdan beklentisi vardır, anlatmak istemelerinin sebebi de bu bence. Anlatmak, bilinmek görülmek istiyorlar. Bu, Türkiye’nin onlara borcu diye düşünüyorum. Bir dönem böyle şeyler yaşandı ve bitti diye bakmamak lazım. Bir kere kaç kişi zorunlu göç nedeniyle evinden köyünden oldu bunun ortaya çıkması lazım ve kişiye özel bir özür ve telafi girişimi olmalı. Eve dönüş yasası gibi, demir-tuğla veririz gibi bir toptancılık şeklinde değil ama. Çünkü bazılarının evi yıkılmamış ama hayata karşı her şeyi yıkılmış. Sosyolojik olarak bunun travması kayıt altına alınmalı. Ve bu işe karışanların cezalandırılması da gerekiyor.
KIŞ ORTASINDA EVLERİNDEN ÇIKARILDILAR
Köy boşaltmalarda askerler kullanılmıştı, askere karşı duygu çok mu keskin?
Bir siyasi karar alınmış uygulanıyor ama köyü boşaltırken travmayı derinleştiren, insani boyutu yok sayan şeyler de yaşanmış. O insanların hayatları boyu, kuşaklar boyu sürecek bir travma bırakacak şekilde yaşandı zorunlu göç. Halbuki insanları evlerinden köylerinden çıkarmanın da bir insani yöntemi vardır mutlaka.
Tam olarak ne yaşanıyor, insanlar evlerinden köylerinden nasıl çıkarılıyor?
Devlet köyleri boşaltmaya karar verdi. Kiminde geldi, süre verdi, köyü boşaltın dedi. Köy boşaldı. Mekan değiştirmek herkes için zordur, istediğin yere giderken bile. Hele böyle apar topar ve zorla olunca… Zorunlu göç tabiri çok doğru değil aslında, zorla göç demek lazım. Kiminde aylardan Şubat’tı ve daha da zordu. İnsanları köylerden zorla çıkardılar. İnsanların hayvanlarını tarlalarını satmalarına zaman kalmadı.
ÖLÜMLER YAĞMALAR OLUYOR
Ki köyden herkes gittiği ve herkes malını satmaya çalıştığı, alıcı olmadığı için de zordu?
Evet, malını satamayanın, evinden çıkmayanın evini yakmak, zorlamak, 70 yaşındaki insanları toprağa gömmek yöntem olarak kullanıldı.
Ne demek 70 yaşındaki insanları gömmek?
Lice’de olmuş. Çok kişiden dinledik. Kış ortasında karlı bir günde 74 yaşındaki bir adamı toprağa gömmüşler canlı canlı. Keçilerini satamamış ve gitmek istememiş. Askerler gittikten sonra toprak açılıp bakılmış ki hala canlı.
Özlem Yağız: Bazı insanların yaşlı anne babaları içerdeyken evleri yakılıyor, zor kurtarıyorlar. Kimi boşaltmalar sırasında çok ciddi can kayıpları yaşanıyor. İnsanlar öldürülüyor. Korucular ya da askerler tarafından ev boşaltmalarda yoğunlukla yağmalar yapılıyor. Sandıklar kırılıyor, ne varsa değerli, alınıyor. Böyle şeyler yaşanıyor.
GÖÇTEN SONRA ÇOCUKLAR OKUYAMADI
Zorla göçten sonra neler yaşanıyor?
Mesele burada iyice derinleşiyor. Özellikle sokakta çalışan çocuklarlarda gözlemlediğim şeylerden bahsedeyim. Gelmiş buraya ama okula kaydı yapılamıyor. Bürokratik engellerle karşılaşıyorlar. Belki çok da çözülemeyecek şeyler değil ama tek kelime Türkçe bilmeyen annelerin babaların devlet kurumlarında dert anlatmasının, istenilenleri anlamasının zorluğunu düşünün. Çocuklar okula kaydedilebilse de Türkçe bilmiyor ve haliyle okulda başarılı olamıyor, mutsuz oluyorlar. Bazen ciddi şiddet görüyorlar. Sokaklar gitgide daha da cazip hale geliyor. Bunun dışında da birçok çocuk okullar yerine pamuk tarlalarına, tekstil işçiliğine, katı atık işçiliğine gitmek zorunda kaldı. Maddi manevi çok sıkıntılar yaşadılar.
SULHNAMELER ÇARE OLDU MU?
2000’lerin ortalarında devlet köye dönüşleri sağlamaya çalıştı. Orada neler oldu?
Emine Uçak Erdoğan: Bir çocuğun elinden en sevdiği oyuncağı alıp parçaladıktan sonra yeniden yapıştırıp vermek gibi oldu o süreç. Çocuğun ne yaşadığına zaten hiç bakılmadı. Otuz yıl sonra insanları köyüne gönderince de sorun çözülecek her şey aynı olacak sanıldı. Hâlbuki geçen o yirmi senenin nasıl geçtiğinin de hesaba katılması gerekiyordu.
Sulhnamelerle köye dönüşte yeniden bir mağduriyet yaşandığı, insanların zararları karşılanmadığı için ikinci kez küskünlüğe sebep olduğuna dair gözleminiz oldu mu?
Sulhnameler asla dört başı mamur olmadı. Bir kere buna başvurabilmek için uzak akrabalarda bile kimsenin PKK ile bir bağının olmaması gerekiyordu. Ama devlet şiddeti ve zorunlu göçten sonra bu neredeyse imkânsızdı. Ayrıca maddi tarafı da çok zayıf tutuldu. Köyden çıkmadan önce 500 koyunu varsa o insanın, hesap o sayı üzerinden yapıldı ama aradan geçen 20 yılda koyun sayısının artacağı hesaplanmadı. Oysa manevi tazminat özür, rehabilitasyon içerir, maddi tazminat aradan geçen zamanın zararını da içerir, telafi içerir. Onun dışında çok yerel kaldı ve keyfiyet içerdi. Çok eksik kaldı ama devlet bu iş tamamlandı gibi gördü. O yüzden TBMM’de yeniden bir komisyon kurulup önceki raporun eksik yerlerinin tamamlanması gerekir.
Özlem Yağız: Maddi olarak zararları doğru dürüst karşılanmadı evet. Ama asla telafi edilemeyecek şeyler de oldu; o köy yakmalara tanık olan çocuklar arasında, hatta pek çok yetişkin arasında hala psikolojik tedavi görenler var. Fiziksel sağlığını yitiren birçok insan var. Bunun telafisi yok. Sana imkân verdim köye dön demenin de karşılığı yok çünkü bu insanların bir kısmı artık köyüne dönmek istemiyor. O köy onun için acı olayları, kaybettiklerini hatırlatıyor. Köy bana akrep gibi yılan gibi görünüyor diye ifade ediyorlar bazıları duygularını. Ama burada da mutlu değiller.
GİTTİKLERİ YERLERDE DE AYRIMCILIĞA UĞRADILAR
Gittikleri büyükşehirlerde nasıl bir muameleye maruz kaldılar, dışlandılar mı, itildiler mi, bu onların yaralarını nasıl etkiledi?
Özlem Yağız: O konuda da çok yaralayıcı anlatılar var. Özellikle belli şehirlerde dışlanmayı daha fazla yaşıyorlar, Ege ve Marmara şehirlerinde mesela Antalya’da, İstanbul’da. Lice’den Diyarbakır’a gelen ailenin yaşadıkları daha farklı, onlar daha çok göçün fakirlik boyutunu yaşıyorlar, dışlanma boyutunu daha az yaşıyorlar. Ama mesela Diyarbakır’dan Batman’dan, Siirt’ten İstanbul’a gelenler ayrımcılıkla ilgili daha fazla şeyler anlatıyor, çocuklar ayrı anlatıyor. Okulda dayak yediğini, hakaret gördüğünü söyleyen çocuklar var, veli toplantısında Türkçe bilmediği için kendisine gülündüğünü bir daha asla çocuğunun okuluna gitmediğini, hastanede doktorun kendisiyle alay ettiğini söyleyen insanlar var. Antalya’da tarlada diğer işçilerin yarı fiyatına çalıştığını, ev sahibinden sokağındaki bakkala sık sık hakaret işittiğini söyleyenler var.
SÜRYANİLER VE EZİDİLER MEZARLARINI TAŞIDILAR
Süryanilerin Ezidilerin göç hikayeleri nerelerde farklılaşıyor Kürtlerden?
Onlarda göçün de asimilasyonun da farklı bir boyutu yaşanıyor, onlar göçünce daha çok yurt dışına çıkıyorlar. Yani tam anlamıyla bu defa vatanlarından kopuş söz konusu. İlk kuşak ilişkilerini sürdürse de, orada doğan ikinci üçüncü neslin ister istemez topraklarıyla bağları kopuyor bir süre sonra. Halbuki topraklarına inanılmaz bağlı insanlar. Hem Süryaniler hem de Ezidiler. Ezidiler Türkiye’ye giriş yasağının olduğu yıllarda yurt dışında ölmüş yakınlarının bile izin çıktıktan sonra mezarlarını açıp kemiklerini getirip buraya defnetmiş insanlar. Hem de hepsi! Hem gidenler hem de kalanlar açısından ayrılığın travması çok daha yoğun. Bir de bir halk olarak artık varlıklarını kaybetme, var olamama korkusu yaşıyorlar. Onları Türkiye’den ayrıştıran, “Ezidileri bile ayrı tutmayız” gibi her söylem de haliyle çok yaralayıcı oluyor.
BATIDAKİLER GÖÇENLERİN NE YAŞADIĞINI BİLMEDİ
Göçülen yerde durum nasıl, oranın evvelki yerleşikleri açısından?
Emine Uçak Erdoğan: Büyükşehirlerdeki insanların Kürt algısı göçle gelenler üzerinden şekillendi. Onların aslında ne yaşadıklarını bilmeden anlamadan sadece gelinen hal ile değerlendirip, sonraki zamanlardaki davranışlarına yansıyacak şekilde bir ötekileştirme durumu yaşandı. O zamanlar medya da zorunlu göçlerle ilgili haber yorum kritik olmadığı için toplumda gördüğü üzerinden bir Kürt algısı oluştu. Mesela bir gazetede zorunlu göçün en yoğun yaşandığı dönemlerde insanlar köylerini kendiliklerinden ve mutlulukla terk ediyorlar gibi bir haber bile çıktı. Ülkenin Batısındakiler, bölge dışındakiler orada ne yaşandığını bilmediği ve olayı da sadece terör üzerinden gördüğü için bu tür haberleri kendi kafasında Kürtleri koyduğu yer üzerinden değerlendirdi. Zaten Batıdakilerin Kürtlerle ilgili yargısını olumsuz etkileyecek çok çalışma da vardı önceden. Kuyruklu Kürt söylencesi bile medya üzerinden yayıldı. Göçle birlikte tüm o algı pekiştirildi. O insanların nasıl geldiğini, topraklarından nasıl koparıldığını bilmedi, bu insanların nasıl bir hissiyat içinde buralarda bu şekilde davrandıklarını görmediler.
PKK ŞİDDETİNİ KÜRTLERDEN DEVLETE ÇEVİRDİ
Zorunlu göçü terörle mücadele yöntemi, köylüleri PKK’nın işbirlikçisi olarak görmüştü devlet ve köyleri boşaltarak köylülerle PKK’nın irtibatını keseceğini zannediyordu. Ki o vakte dek PKK’nın da Kürtler üzerinde yoğun bir baskısı vardı, daha doğrusu halkın üzerinde iki yönlü baskı vardı. Bu muamelelere maruz kalan, evi yakılan, köyünden sürülen insanlar PKK’yı bütün bu hikayenin içinde nerede görüyorlar?
Özlem Yağız: Tabi sayısal olarak çok sayıda insan var ve tek tutum yok. Elbette PKK’ya sempati duyan da epeyce insan var, mesafeli olan ve bu yüzden eziyet yaşayanlar da var. Ama zaman geçtikçe ve insanlar bu defa devlet tarafından daha fazla eziyetlere maruz kaldıkça o konuda da farklı hafızalar geliştirebiliyorlar. Yaşadıklarını hatırlarken farkında olmadan yumuşatabiliyor ya da durumları ile uyumlu açıklamalar geliştirebiliyorlar... Örnek vereyim: 80’lerin ikinci yarısında PKK her Kürt evinden bir kişiyi silâhaltına almak, dağa götürmek konusunda bir baskı kuruyor, “zorunlu askerlik yasası” ismini veriyor buna. Bundan eziyet gören, şikayet eden insanlar belli bir müddet sonra askerden devletten de eziyet görünce ve bu defa “bizim kulüp bunu bize yapmaz, demek ki onlar zaten devlet ajanıydı” diye düşünmeye başlıyor, böyle aktarıyorlar yaşadıklarını. Tersi bir örnekte, bir kadın köy boşaltırken gördüğü muameleden dolayı sürekli “o askerler normal insan değildi, kurt gibi canavar gibiydi” derken “İstanbul’da gördüğüm askerler normal insanlar, köye gelenler bambaşkaydı, demek ki onlar Türk askeri değildi başka ülkenin askeriydi”diye açıklama getiriyordu yaşadıklarına.
DEMEK ASKERE DE YEMEK VERİYORSUN DEYİP DÖVÜYORLARDI
Emine Uçak Erdoğan: Zorunlu göçlerden çok evvela, olayların ilk çıkışında insanların PKK’ya bakışıyla –bu da Kürt meselesinin bir evresidir- zorunlu göçlerden sonraki bakışı çok farklı. Belli bir yaşta olup da PKK’nın ilk çıkışını hatırlayanlar, PKK’nın Kürtler için de bir sorun olduğunu çok iyi biliyor. PKK’nın o dönemde bütün Kürt sivil örgütlerine ne yaptıklarını gördüler çünkü. Şimdi kamusal alanda bunu bu açıklıkla söylemeyebilirler ama bunu gördüler. Ama devlet zorunlu göçlerle birlikte önceki şiddetinden kat be kat olarak kulvara öyle bir girdi ki PKK’nın Kürtler üzerindeki şiddeti görünmez oldu. İkisinin de yöntemleri çok benzeşti. PKK mesela evlere asker kıyafetiyle de geliyor ve ev sahibi yemek verdiğinde “vay askere de veriyorsunuz demek ki” diye insanları dövüyordu. Asker de aynı taktiği uygulardı. Ve o dönemde devletin şiddeti o kadar çok arttı ki PKK Kürtler üzerindeki şiddetini askere çevirdi. Ve o dönem, Kürt meselesini de çok derinleştirdi.
Özlem Yağız: Mesele o kadar derinleşti ve değişti ki 90’larda devletin şiddeti artınca, zorunlu göçten sonra PKK’nın her Kürt ailesinden bir kişiyi silahaltına almak için onları zorlamasına gerek kalmadı, insanlar akın akın dağlara gönüllü çıkmaya başladılar.
ACILAR ÖFKEYE DÖNÜŞÜYOR
Zorunlu göçü-zorla göçü Kürt meselesinin derinleşmesinde ve terörün artışında önemli bir evre olarak kaydetmek gerek o halde?
Emine Uçak Erdoğan: Devlet bunu üç kez yaptı. Evveli olsa da ilki 80 darbesi sonrasında Diyarbakır cezaevinde olanlarla. İkincisi 80’larda köy boşaltmalar ve zorunlu göçle. Üçüncüsü Uludere ile.
Özlem Yağız: 90”larda ne olduğunu anlamak için bugün Uludere’ye bakmak yeterlidir. Uludere’ye iki kez gittik. İlkinde acılar çok tazeydi. Katliam karşısında büyük bir acı vardı ve devletin bu acıyı görememesi ve görülmedikçe acının öfkeye dönüşmesi hali yaşanıyordu. Bu insanlar her mecrada sürekli olarak tazminatla ilgili “tamam bizim kültürümüzde kan parası var ama öncesinde olayın failleri ortaya çıkar. Biz çocuklarımızı satacak mıyız, kim satar çocuğunu” diyorlar. Sorumluların ortaya çıkarılmamasından ve bu bir kazaydı, tazminatlarını veriyoruz denmesinden çok rahatsızlar. Alt kadroların, jandarmanın üzerlerinde kurduğu baskılar var, artık normal hayata dönün, bu işin peşini bırakın deniyor, koruculuğunuzu yapın deniyor. Bu, onların acılarını öfkeye dönüştürüyor ve psikolojik kopuşlara yol açıyor. İkinci gidişimizde bu derinleşen duygular ve kopuş hali çok net görülüyordu. 80’lerdeki ve 90’lardaki psikolojik kopuş yeniden yaşanıyor. Bu duygunun diğer Kürtlere yayılıyor olmasından ben çok korkuyorum. Onların acılarını görmek duymak gerekir.
BİZE KAÇAKÇILIKTAN BAŞKA YOL MU KALDI?
Sorunun çok boyutu var ama çözüm, önce yaraları iyileştirebilirsek gelecek sanırım?
Bölgede bir diğer sorun da mayınlı araziler. Bu nedenle hayatını kaybetmiş ya da yaralanmış, bir uzvunu kaybetmiş çok sayıda insan var. Ve hiçbiri tazminat alamamış, en fazla özürlü maaşı alıyorlar. İnsanlar diyor ki, biz kaçağa gitmeye mecburuz. Tarlalarımız vardı, mayınladılar. Yaylalarımız vardı, yaylaya çıkmamızı yasakladılar, hayvanlarımız mayınlardan telef oluyor, bize geçim için kaçakçılıktan başka yol bırakılmadı diyorlar.
Emine Uçak: Uludere’deki acıyı görmek duymak yerine politik bir kavga üzerinden savrulma yaşanıyor şu an. Zaten Kürt sorununun çözülememesinin nedeni de tam olarak bu.