Kaç yıl önce okumuştum... Tadı damağımda kaldığı için, tekrar okudum ve gördüm ki, "hafızasızlığımıza" oynayan arkadaşların hiçbir iler tutar yanı yok.
Kafadan kötüler ve kafadan önyargılılar...
Aziz Nesin'in "Bir Sürgünün Anıları" kitabından söz ediyorum.
Hemen söyleyeyim:
Siyasi hiçbir görüşünü benimsemem, vaktiyle "önayak" olduğu konularda (Aydınlıkçıların gazına gelip "Şeytan Ayetleri"nin yayınlanmasına öncülük etmek gibi) çok eleştirmişliğim vardır ama "mizahına" bayılırım.
Denilebilirse, "en önemli" ve "en kayda değer" mizah yazılarını (öykülerini) Aziz Nesin yazmıştır.
Saçma sapan şiirlerini saymazsanız, neredeyse yazdığı her şeyi okudum.
Mezkur kitabında, Bursa'da geçirdiği dört aylık "sürgün" dönemini anlatıyor.
Komik anekdotlarla süslü "acılı" bir kitap...
İnternet kuşağı bilmez, eskiden hapis cezasına ilaveten, sürgün cezası vardı. Hükümlüler, infazı müteakip, uygun görülen uzak bir kentte yahut kasabada, belli bir süreyle "gözetim altında" tutulur, sabah ve akşam olmak üzere, günde iki kez, en yakın semt karakoluna imza vermeye memur edilirlerdi. İmza vermeyenlerin de infazı yakılırdı.
Aziz Nesin 1948 yılında, yani "tek parti döneminde" mahkûm ediliyor.
Suçu da oldukça büyük:
Sabahattin Ali'yle birlikte çıkardıkları "Marko Paşa" dergisinde Türkiye'ye yapılacak Amerikan yardımını eleştirmek...
Hukukla ilişkisini kesmiş bir mahkeme tarafından yargılanır, mahkûm edilir, mahkûmiyetini tamamlar tamamlamaz Bursa kentine sürülür. Aç ve sefil yaşadığı sürgün hayatı hem işini, hem eşini, hem de çocuklarını kaybettirir... Dağılan ailesini bir türlü toparlayamaz.
Kitabın bir yerinde, mahut "sürgün uygulamasıyla" ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: "Cumhuriyet döneminin yöneticileri, gaddar tanıtılan Abdülhamit kadar olamıyordu. Abdülhamit sürgüne gönderdiği insanların ve ailelerin neyle, nasıl yaşayabileceklerini düşünür ve onlara az da olsa geçinebilecekleri bir aylık bağlardı. Biz sürgünde artık ailemizin, çocuklarımızın neyle, nasıl geçineceklerini düşünmekten vazgeçtik, kendimizin günü gününe nasıl yaşayacağımızı düşünüyorduk."
Bu satırlar, "sansür-sürgün uygulaması" denildiğinde, Sultan Abdülhamit'i işaret eden basın kuruluşlarını, özellikle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'ni utandırır mı?
Sanmam...
Her yıl abartılı törenlerle "sansürün kaldırılışının bilmem kaçıncı yıldönümünü" kutlarlar ama gelmiş geçmiş en büyük sansür uygulaması olan İsmet Paşa mamulü "Takrir-i Sükûn"u görmezler.
İstiklal Mahkemesi'nin astıklarına ise hiç bakmazlar.
Diyorum ya, kafadan kötüler ve kafadan önyargılılar.
Sultan Abdülhamit sürgün cezası alanlara "hiç değilse" maaş bağlıyordu... Refik Halit Karay "Minelbab İlelmihrab"da bu konuyu teferruatıyla anlatıyor.
İsmet Paşa ise süründürüyor...
Ne süründürmesi? Ortadan kaldırtıyor...
Marko Paşa dergisinin iki ortağından biri (Aziz Nesin) küçük bir sürgün cezasıyla yırtmıştı.
İkinci ortağa (yani Sabahattin Ali'ye) ne oldu dersiniz?
Ne olacak? Bir "devlet tertibiyle" ortadan kaldırıldı. Kafası odunla parçalanarak öldürüldü. Cesedi de Bulgaristan sınırına atıldı.
Ki, kırk yılda bir doğruyu söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu, "Evet... Sabahattin Ali, CHP'nin günahları arasındadır" demiş, geç de olsa bu cinayeti üstlenmişti.