Bir pasif direniş olarak mahkumların başlattığı “açlık grevi”, tüm aktif gündemin odağına yerleşti.
Ölüm hayatı bu şekilde esir alırken, siyasetin o her şeyi domine edebilen gücü, ciddi bir sınavdan geçiyor aslında. Siyasetin tüm yapabilirliklerini, halkla ilişkiler gücünden diplomatik kabiliyetlerine kadar, hatta denenebilecek sivil imkanlar da dahil, tüm çok sesli konuşma alanlarının, ciddi bir şantaj altına girdiği aşikar.
“Yumuşak güç”ün en sert çıkışı, kendini öldürmekten yükseliyor bugün.
Tam olarak “kendini öldürmek” de diyemeyiz aslında “açlık grevleri” için. Örgütün talimatıyla en zayıf halkaya verilmiş “ölünüz” emrinin sadakatle uygulanışına tanığız. İçerdekilerin kendi kararları değil intihar. Ama neticede hayatlarını ortaya koyarak bedeli ödeyenler de onlar. Dağlarda hasım bildiklerini öldüremeyenlerin, mahpushanede kendilerini öldürmeleri şeklinde cereyan ediyor tüm seyrettiklerimiz...
Terör örgütünün ölümden başka bildiği bir dil yok. Bilmediğimiz dil için nasıl ki tercümana ihtiyaç duyarsak, bugün şantajına uğradığımız ölümler için de o dili bilenlere ihtiyacımız var. BDP, bu bağlamda örgütün militanlarına kestiği ölüm fermanını kaldırmakta olumlu rol oynayabilir mi? Kendisi dahi örgütün büyük baskısı altında olan bir parti olmasına rağmen, BDP, evet ölüm grevlerinde olumlu manada arabuluculuk yapabilecek bir adrestir. Tüm çıkışsız söylemlerine rağmen, madem Meclis’e girmiş ve temsil yetkisini haiz bir partidir, madem tüm Türkiye’nin partisi olarak yemin etmiştir Meclis kürsüsünde, bir kere de ölümden değil hayattan yana çıkabilmelidir...
***
Şöyle bir dava açılmış olsaydı mesela: Ölüm, yaşamaya karşı bir dava açmış olsaydı söz gelimi. Deseydi ki ölüm, bu şekilde yaşamanın hiçbir değeri yok, bu şekilde yaşamak zillet, onursuzluk, keder ve kahır veriyor, hayattan davacıyım deseydi...
Yaşamak ona nasıl bir cevap verirdi?
Nasıl savunurdu hayat kendisini?
Ölümün kaçınılmaz bir mukadderat ve geri dönüşümsüz bir meçhul olarak, kısa ve sınırlı hayata karşı elbette gücü çok yüksektir ilk bakışta. Yaşam, ölümün karşısında bu kadar naif ve uçarıyken, hatta belki bir kuş tüyü kadar güçsüzken hayatta kalış, onu niçin hep ölümle kıyaslar, niçin hep ölümün gücüyle tartarız?
Çünkü tüm kısalığına, hatta tüm anlamsız çelişkilerine rağmen hayat, hayattır. O inanılmaz hafifliğine, feci kısalığına rağmen, ölüme bile anlamını verendir hayat.
Ontolojik anlamda teveccühtür varoluş. Yaratıcı’nın tecelliler halinde, varoluşu murat etmesiyle, rahmetin cilvesiyle zuhur eder tüm kımıltılar. Bu bağlamda hayat, içinde kımıltısızlıkları hatta ölüm adlı geçidi de içinde barındıran çok daha uzun, belki sonsuz, aşkın, başka bir şeyin de adıdır. Bu yüzden, “bir kişiyi öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” der Son Peygamber (s).
Bunu ihata eden bir yukarıdaki düzeyse, Yaratıcı’nın Hayy olan ismiyle alakalıdır. Öldüren; Hayy’ın teveccühünü görmezden gelen bir gafil olarak, tecellinin hürmetini kadrini kıran kişidir. Katilleri bu yüzden sevmez, ürker, uzak dururuz. Çünkü onlar, tecelli ve ziyaret makamı olan yüzü, iptal edebilecekleri sanrısına kapılmış cüretkarlardır... İster başkasını, isterse kendisini vursun katil, incitip kırdığı velayettir...