O gün... Zalimler ve kalpleri hakikate mühürlenmiş kötü yürekliler, güya “O’nu”düşürdükleri hale, katıla katıla gülüyorlardı...
Kahkahaları ateşten birer kırbaç gibi havada vınlayarak patlıyordu “Mekke’nin Yetimi” dedikleri, Hz. Muhammed’in (sav) sırtında...
Hakaretleri şımarıklık haddindeydi ve onları üst üste yığılmış nefret odunları gibi ateşledikçe ateşlerken, kendilerinden geçiriyordu. Nefretleri, çığrından çıkarttıkça çıkartmıştı o talihsizleri...
Çoktular. Zengindiler. Yüksekte oturur, yükseklerden konuşurlardı... Kimsecikler karşılarına çıkıp da bir laf edemeyecek, onları durduramayacak, kamçılar tutan ellerini havada yakalayamayacak kadar güçlüydüler...
“O” hakkı söylerken, defalarca kere yüzüne toprak saçmış, gömleğinden tutup çekiştirmiş, sözlerini işittirmemek için gürültüler çıkartmış, yollarına dikenler döküp, çelmeler takmış, elbisesini sökmüş, dudaklarından kan getirmişlerdi...
“O mu?” diyorlardı kalın sesleriyle gürleyerek. “O mu Allah’ın elçisiymiş?”...
“Bir tarağın dişleri gibi, nasıl da eşit olabilirmiş ki herkes?”... Hayır hayır, zenginliklerine zenginlik katan kölelik düzenini altüst ettiremezlerdi O’na... Hem O, kimdi ki? Haddini bilmeliydi, başını eğmeliydi, efendilere râm olup susmalıydı O...
Çürümüş bir deve leşini, alnı secdedeyken, sırtından aşağı dökmüşlerdi o gün...
Çılgın bir kahkaha seli... Birbirlerinin üstüne yuvarlanacak gibi oluyorlardı, güya O’nu düşürdükleri hale gülerlerken... Gözlerini döndürmüştü nefret... O’nu kirleteceklerini, O’nu iyice hırpalayacaklarını, O’nu Hakkı söylemeye devam ederse şayet, mahvedip çiğneyeceklerini haykırıyorlardı...
Korkudan nefeslerini tutarak olanları seyredenlerse, kahırlı ve dilsiz birer taş gibi şahittiler zalimlerin kahkaha seline...
O sırada koşa koşa bir kız yetişiverdi, şehrin öbür başından, koşa koşa... Babasının yanına.
Küçücük elleriyle, secdedeki babacığının sırtını temizlemeye çalışırken, nefretleriyle herkesi sindirmiş kodamanlara isyan ve itiraz ediyordu. Kız tek başınaydı babasının yanında... Bir kuş tüyü kadar küçük, bir su damlası kadar şeffaf, bir kar tanesi kadar yeniydi kız.
Ağlayarak “Babacığım” diyordu. “Babacığım...”
Gülüşen kütüklerin yalazını söndürecek kadar gümrah bir deniz olacağını “babacığım” hitabının... Zalimlerden hiçbiri akıl edememişti oysa...
Fatıma’ydı o küçük kız.
Babacığım deyişi, engin bir deniz...
Ateşi söndüren...
Doğrulup selam verdikten sonra babası... Kucaklayıvermişti ciğerparesini... O, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının hakkını soran bir elçiydi zaten. O, kızlar babasıydı.
“Üzülme” dedi can parçasına... Başını okşayarak yüzünü gözünü sildi kızının, “Üzülme”...
“Zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır...”
***
Bedir harbinde, Allah’a ve Resulü’ne düşman olanların sesi tükendi. Adları unutuldu, lakin, yaptıkları fena işin ismiyle anılır oldular: Cehalet!
Güzel ahlakı tamamlamak üzere, Alemlere Rahmet olarak gönderilmiş aziz Peygamber’se... Halen mü’minlerin baş tacı, insanlığın hidayet önderidir.
Biz şöyle öğrendik: Anam, Babam ve şu canım SANA FEDA OLSUN YA RESULULLAH...
Müslümanların kendi aralarındaki itişip kakışmalarına ve tüm yenilgilerimize bakarak gemi azıya alanlar bilsinler ki; Söz Resulullah’ın (sav) onuruna geldiğinde, bizim aramızdaki en şaşkınlarımızı, en düşkünlerimizi, günahlarına en pişman olanlarımızı bile, şöyle derken bulacaklar:
Anam, Babam ve şu canım SANA FEDA OLSUN YA RESULULLAH...