Bağdat Caddesi sakinleri, Cumhuriyet Bayramını “Yurdumuza Faşist Dolmuş” sloganlarıyla kutladı. İsmini Bağdat Seferine çıkan Osmanlı Ordusunun güzergahından alan bu mutena Cadde, aslında apolitik tavrıyla bilinir. Memleket yansa bir kalbur samanı yanmayacak sakinleriyle, renkli markaları, pahalı mağazaları, narkotik sorunu had safhada yaşayan gençleri, kırmızı ışıkta sürat yarışına kalkarken biçilen zavallı yayalarının sonuçsuz kalmış davalarıyla gündemdedir.
Cadde, 1994’ten beri Cumhuriyet kutlamalarını, yolları kapayarak kutluyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin CHP’den Refah Partisi’ne geçmesine tekabül ediyor aslında Cadde’nin politize miladı. Bir sabah kalkıyorsunuz “yurdumuz” diye birşeyi farkediyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki yurdunuzda şimdiye kadar tanımadığınız bir sürü insan varmış meğerse, evet evet bunlar olsa olsa faşistlerdir diyorsunuz, aklınıza ilk gelen şeyse derhal Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak oluyor. Sizin Caddeniz, Sizin Yurdunuz, Sizin Bayramınız. Faşizmin dikalası değil midir bu ayrımcılık?
İkinci Türkiye
Çocukluğumda da kutlanırdı Cumhuriyet. Gündüz şiirler, gece fener alayları, bazen hazıroldayken bazense rahattayken yağan yağmur, grapon kağıdından ördüğümüz kedi merdivenleri, bayraklar, güller, Atatürk köşeleri... Sanırım o zamanlar Cumhuriyet Bayramı herkesindi. Veya yaşımız küçük olduğu için, Cumhuriyeti biz, hepimizindir zannederdik...
Ki bence hala öyledir.
Çünkü Türkiye, bir tanedir.
Aynısından bir tane daha olsa mesela, o zaman sevmediklerimizi veya uygun görmediklerimizi, ya da bizimle birlikte yaşamaya layık bulmadıklarımızı “öteki Türkiye”ye yollayabilirdik belki. Yollarımızı, sokaklarımızı, okullarımızı, otobüslerimizi, mahalleri, dükkanları, içtiğimiz suya kadar ayırabilirdik belki.
Ama böyle bir şansımız yok. Çünkü İkinci Türkiye diye birşey yok!
Prof.Arendt “kötülüğün sıradanlığı”ndan bahsederken faşistlerin “öyle oldukları için” dışladığı insanlardan söz eder. Yani herhangi bir suç falan işlemiş değillerdir, onlar sadece “öyle”lerdir ve bu onları dışlamak için kafidir. “Cumhuriyet bizimdir onların değil, çünkü onlar.. onlar ne bileyim işte öyleler.. bizim gibi değiller” dersiniz.
Tanınma Hakkı
Düşünür Jean-Luc Nancy’nin “Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik” hakkında verdiği dört kısa konferansın kolayca okunacak metinlerinde gezinirken... Dilimize pelesenk olmuş “Sevgi” kelimesinin Nancy tarafından da oldukça yıpranmış, magazinleşmiş, dudak bükülen bir idealizm gerekçesiyle kaçınılan bir sözcük olduğunu farkettim. Tamam, birbirimizi sevmekten bahsetmeyelim. Herkese borçlu olduğumuz ve ancak ötekiyle var edilebilen sevgiden sözetmeyelim. Haşa, Cadde bizi sevmesin, tamam.Ama belki daha serinkanlı, daha alçakgönüllü başka bir kelime bulabiliriz. Mesela herkesin bir “tanınma hakkı” olduğundan, “olduğu gibi kabul edilme” (reconnaissance) hakkına sahip olduğunu bilmekten söz açabiliriz. Ki bu bizi adalet fikrine götürecek, adil ve insan kılacak bir tecrübedir kuşkusuz.
Ayrımcılık hiç de sanıldığı kadar kolay değildir öte yandan. Güney Afrika’da geç de olsa çöken apartheid rejimi denedi bunu, Kennedy dönemine kadar zenciler aleyhine işletilen “eşit ama ayrı” kuralı da tutmadı. Nürnberg Gestaposu gaz odalarına kadar götürdü işi. Krematoryumların küllerinden doğan çocukları İsrail’in, bugün Gazze’de aynı ayrımcılığın çokdaha katmerlisini uyguluyorlar da ne oluyor? Öldürerek, öteleyerek, sürerek, imha ederek bitirilemiyor “öteki”ler. Ayrımcılığın pürüzsüz dibi, ulaşabileceği hasarsız bir neticesi, kırılgan olmayan mutlak bir toplumsal projesi yok.Çünkü evrenin yatışmazlığı gerçeğidir işin başında olan. Çünkü ne kadar benzesek hatta ikiz, üçüz, dördüz olsak da, tekiz sonuçta, teker teker, özel, müstesna, biriciğiz.
Hem kimse kusura bakmasın daha çok caddesi, sokağı var bu dünyanın...