Bir ağacın yaprakları gibiyiz hepimiz, her an bir rüzgara bakar düşmemiz... Kırklı yaşların hali de böyleymiş demek ki, sanki ikindi serinliği çıkmış gibi insanın omuzları üşüyor. Zamanın ilk karları yağıyor üzerinize hafiften hafiften... Sevdiklerinizle vedalaşma vaktini hatırlatıyor uçan her kuş... Belki de hep böyleydi bu havalar. Da... Bizdik başımızda esen bahar yellerinden dolayı fark edemeyen... Sağdan soldan haberler geliyor, vakti erişen eş dost, rüzgarlı atlarına binerek hayata paydos ediyor...
Tekasür suresindeki biçareler gibi kendimi sayı sayarken buluyorum... Ve sayıların çokluğu, giderek ahirettekilerden yana çeviriyor ibreyi. Ne yalan söyleyeyim... Sevdiklerimin sayısı arttıkça ahiret bahçesinde, o iyi ve güzel insanlar, benim için de aşina kılıyor oraları, benim kadar korkak ve nâdim birisi için bile böyleyse bu iş... İnşallah bir gün vardığımızda, Allahın merhametiyle kavuşuruz sevdiklerimize... Ölüm bile, sevdiklerinizle, arkadaşlarınızla güzel. Ne demiş Üstad: “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?”
Size de böyle mi bilmiyorum. Belki çocukça bulacaksınız, ama ben yalnızlıktan, karanlıktan korkarcasına telaşlanan birisiyim. Allah kimsecikleri garip koymasın hiçbir anında. Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin der dururuz da Allah hiçbirimizi yapayalnız bırakmasın demek çok gelmez aklımıza... Hz. Resulullah (sav) müminlerin birbiri üzerindeki hakları konusunda çok itina eder, bizim selametimizi hatta imanımızı, kardeşliğimizle tarif edecek kadar hassas dururdu bu mevzunun üzerinde... Sadece sağ salim olduğumuz vakitlerde değil... Hastalık anımızda, son nefeste, hatta cenazelerimizde bile birbirimizi arayıp sormamızı nasihat ederlerdi...
***
Geçtiğimiz hafta taziyelerle geçen rüzgarlar arasında, eski dostlarımızla bir araya gelme fırsatı da yakaladık. Çoğu hekim hatta bazıları akademisyen ve başhekim olan dostlarla yeniden buluşunca, söz ister istemez hayattan ve ölümden geçti. Yazar Hasibe Turan’ın babası Emekli Başçavuş Osman Ertok Amca’yı -Allah Rahmet eylesin- vefatından birkaç saat evvel yattığı yoğun bakım servisinde ziyarete gittik. Yoğun bakım ünitelerinin hassas hijyenik koşulları cihetiyle hasta yakınları, kapıların ardında bekleşiyorlar. Kapıda dil döküp rica edince çok kısa süreliğine de olsa Hasibe Abla’yı içeri aldılar. Biz de dışarıda Yasinler, Fatihalar okuyarak eşlik ettik kendilerine. İyi ki de girmiş babacığının yanına. “Sanki gitme der gibiydi Babam” dedi... Yoğun bakımdaki hastalarını bekleyen kimseler için bankların üzerindeki raflara, Yasin cüzleri, dua mecmuaları koymuşlar, güzel olmuş, insanın böylesi zamanlarda dualara sarılmaktan başka agah olamıyor gönlü...
Yine de acaba daha sıcak, daha insan ruhuna yakın, daha kalbe değen bir şekli olamaz mı yoğun bakım ünitelerinin diye soramadan edemiyor insan. Çoğu kişi, kapalı bir kutu gibi olan yoğun bakımlara yatırdıktan sonra hastalarını, bir daha göremeden, son nefesinde elinden tutup, terleyen alnını silemeden yitiriyor yakınlarını... Hekim arkadaşlarla konuşurken nerdeyse hepsinin vakti erişince, yoğun bakıma yatırılmama konusunda vasiyeti olduğunu da öğrendim. Normalde bu gibi konularda pek sır vermezler. Ama o gece, sanırım hepimiz de “babasının kızı” sıfatıyla sıfatlıydık, diğer dünyalık unvanların takılmadığı o demde ifşa edilmiş vasiyetlerdi bunlar... Beni derinden sarstı... Bir hekim, niçin yoğun bakımda değil de başında Kur’an, yanında ağzı dualı dostlarıyla vermek ister ki son nefesini...
***
Yoğun bakım ünitelerinin insansızlığı nasıl aşılabilir? Hiç olmazsa bir refakatçiye izin verilse ya da camekanlı bir tasarımla tüm o kalın opaklığı, yalnızlığı giderilemez mi bu odaların?
Allah hepsinden razı olsun, hekimler, hemşireler ve personelin haklarını ödeyemeyiz. Lakin son günlerde işittiğimiz bazı şikayetlere göre, suistimale açık bir kapalılığı da var yoğun bakım ünitelerinin.
Daha şeffaf bir tarzı yakalayamaz mıyız hastane mimarisinde?