Âheste çek kürekleri

Rabia Yavuz / Psikolog
25.03.2017

Milan Kundera, Yavaşlık adlı romanında, “Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile” diye yazmıştı. Kişi kendisi ile kalamaz, özünü, kendi sesini dışarıdaki gürültüden ayıramaz ise seçimlerinden ve eylemlerinden nasıl emin olabilir?


Âheste çek kürekleri

Biraz yavaşlamanın zamanı gelmedi mi? Yaşadığım yoğun tempo yüzünden yemek yemeyi unutup bitkin düşen bedenimi taşıyamayıp merdivenlerde başımın dönmesiyle kendimi zeminde yatarken bulduğumda aklıma gelen ilk soru buydu. Demek ki durup düşünmek için düşmem gerekiyordu. Bu sefer, ‘Durma koş! Durursan düşersin’ mottosunun tersi olmuş, durmadığım için düşmüştüm. Yetişmesi gerekenlerden oluşan uzun bir listenin peşinde delice koşarken kendime ne yaptığımı sormaya fırsatım olmamıştı. Ta ki bedenim artık “Ben dayanamıyorum” deyip pes edene kadar. Nasıl sorabilirdim ki bu soruyu, bu hız saplantılı yarış, ne yaptığımı, nereye koştuğumu, neye yetişmeye çalıştığımı sormama fırsat vermeyen düzeneğin ta kendisiydi. Peki her şey nasıl bu hale gelmişti? Bu durumun bana maliyeti ne olacaktı ve bu maliyetten kurtulmanın bir yolunu bulabilecek miydim?

Hız çağı denen bu yanılsama, algıları öylesine köreltti ki sağlığımıza, beslenme biçimimize, aile ilişkilerimize, sosyal hayatımıza, yaşadığımız çevre ve doğaya nasıl etkileri olduğunu fark etmek zorlaştı. Bir sorun olup olmadığını fark edebilmek için durmak, durup düşünmek için ise yavaşlamak lazımdı.

İçinde yaşadığımız bu hız kültürünün sonuçlarını daha güne başlarken fark etmek mümkün. Örneğin vakit bulup da evden hızla çıkmadan önce çabucak hazırlanmış mısır gevreğinden oluşan kahvaltı ile güne başlamak. Sonra fastfooddan oluşmuş öğünlerden müteşekkil menülerle hızlıca karnımızı doyurmak. Bunlar yabancısı olmadığımız beslenme tarzları haline geldi. Yemek yemek için bir mekânda oturabilecek vakti bulabilecek kadar şanslı iseniz yemeklerini akıllı telefonlarında gezinirken ya da bilgisayarlarında film izlerken yiyen müşterileri her yerde görmüş olmalısınız. Kendimizin hazırlamadığı, sadece bir menüden seçerek sipariş ettiğimiz yemek için minnettarlık duymaya bile fırsatımız olmayabilir. Kaldı ki yiyeceklerimizi yerken yaşadığımız bu hız sadece tüketim aşaması ile de sınırlı değil. Artık masamıza gelen yemeğin içindeki tavuk, doğal yetişme süresi yavaş olduğu için hızlıca büyütülerek farklı bir canlıya dönüşen mahlûklardan temin ediliyor. Daha çok tüketmenin yolu daha hızlı üretimden geçtiğine göre domatesler daha hızlı kızarmalı, hayvanlar daha hızlı büyüyüp piyasaya daha hızlı sokulmalı.

Milan Kundera, Yavaşlık adlı romanında, “Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile” diye yazmıştı. Kişi kendisi ile kalamaz, özünü, kendi sesini dışarıdaki gürültüden ayıramaz ise seçimlerinden ve eylemlerinden nasıl emin olabilir? Seçimlerimiz ve eylemlerimiz hakkında yoğun bir tefekkür için ayıracak zaman olmayınca, derinlemesine nasıl hissedebilir? Hayatımıza ve hayatımızdan geçenlere gerçek anlamda temas etme şansımız kalır mı? Elbette tefekkür edebilmek için durmak ve düşünmeye zaman ayırmak gerekir.

Lakin biraz durup düşünmek için zaman bulamıyorsak, bunun sebebi ne olabilir? Psikologlar, bir davranışı devam ettiriyor olmamızın o davranıştan bir kazanç elde etmemiz ile bağlantılı olduğunu söyler. Belki de kendimizi bu kadar meşgul tutmamızın altında yatan bir savunma mekanizması vardır. Muhtemel ki, ölüm düşüncesinden kendimizi uzak tutmanın bir yoludur bu kadar meşgul olmak. Dikkat dağıtıcı birçok şeye maruz kaldığımız bu koşuşturmacada bize biraz durup düşünmek için gereken güçte bir dur işaretini ölümden başka ne verebilir? Ölüm hakkında, hayatın geçiciliği üzerine biraz düşünmek hayatı daha anlamlı yaşamak konusunda bize bir perspektif sağlayabilir. Hayatımıza aldığımız şeylerin ne kadar kıymetli ve kalıcı olduğunu test edebilmek için, bir turnusol kâğıdı görevi görebilir bu perspektif değişimi. Ya da hayatımızda nelerin fazlalık olduğunu bize hatırlatabilir. Ama bu bakış açısını şehir hayatında kaybolan zamanlarda korumak kolay olmayacaktır. Günlük telaşların akıntısına kendimizi bıraktığımızda, mevcut nimetleri her an kaybedebileceğimizi unuttuğumuzda onların gerçek kıymetini daha iyi takdir edebilmemiz zorlaşacaktır.

Kaplan anneler

Peki aile bu denklemin neresinde? Yakın ilişkilerin tehlikede olduğunu her gün gözlemlemek mümkün. Modern zaman öncesinde de birçok insan çok çalışıyordu ama çalışma ortamlarında aileleri ile beraberlerdi. Zanaatkâr bir baba oğluna mesleğini öğretirken, bir çiftçi ailesiyle birlikte topraklarını işleyebiliyordu. Ama bugün baba, anne ve çocuklar bambaşka ortamlarda ömür geçiriyor. Hız canavarına yenik düşen bitkin aile bireyleri eve döndüklerinde ise birbirlerine özen gösterecek dikkat ve enerjiyi bulamıyor. Bu yarış zihniyetinin üzerine kurulan hayat sadece yetişkinleri yormuyor, çocuklar da bu durumdan nasibini alıyor. Yeni fenomenlerden biri olan‘tiger mother’ı belki siz de çevrenizde gözlemliyorsunuz. Kendilerini çocuklarının gelecekteki başarılarını programlamaya adamış bu kaplan annelerin temsil ettiği bu yeni tür annelik modelinin çocuklar üzerindeki etkileri tartışılıyor. Çocukların yarışmak ve başkalarına yetişmek fikrinden en uzak olmaları gereken altın dönemleri olan çocukluk süreci, bazen ebeveynlerinin hırsları ile tepe taklak olabiliyor. Her dakikası önceden programlanmış, yapılacak ödevlerin, alınacak yüksek notların baskısı altında gölgelenen bir çocukluk. Bu yüksek beklentinin altında ezilen küçük beden ve zihinlerin kendilerini sürekli yetersiz bulacaklarını veya büyüdüklerinde daha az tatmin yaşayacaklarını düşünen uzmanlar var.

Peki babalar nerede? Onlar gerçekte ihtiyacımız olmayan şeyleri satın alabilmek için daha çok çalışmak zorunda. Yoğun tempo yüzünden evine yorgun gelen bir baba, tüm dikkatini çocuklarına ve eşine odaklayamamakta, sevdiklerine ayıracak yeterli zaman bulamamakta. Ailesinde yeterince yakınlık bulamayan gençler de sanal dünyada zaman geçirmekte. Evde geçirilen zaman bile açık olan bilgisayarın ve öten iPhone’ların, whatsapp’ta dönen konuşmaların gölgesi altında akmakta. Oysa gerçekten birbirimizi anlayabilmek için sevdiklerimizi dinlemek ve bunun için onlara zaman ayırmak gerekir. Birbirimize ayırdığımız zamanın süresi ve niteliği azaldıkça hem sevdiklerimize hem de kendimize yabancılaşmak kaçınılmaz bir durum. Hemşire Bronnie Ware’in ölüm döşeğindeki hastaların son pişmanlıklarını konu alan Ölmeden Önce En Çok Pişman Olduğumuz 5 Şey kitabında özellikle erkek hastaların işleri nedeniyle ailelerine yeterince zaman ayırmamış olmaktan dolayı pişmanlık duyduklarını kaydetmiş. Bu hastalar eğer tekrar geriye dönmek gibi bir şansları olsa zamanlarını çocukları ile geçirmek istediklerini söylemiş.

Empati kuracak vakit yok

Peki bu içimizi kemiren, bir şeylere yetişememe kaygısı yüzünden bizi daha hızlı koşmaya zorlayan duygunun topluma maliyeti nedir? Bu noktada, Daniel Goleman’ın Social Intelligence kitabında bahsi geçen Princeton Üniversitesi’nde yapılan bir deneyden bahsetmek faydalı olabilir. 40 öğrenciden oluşan grubun yarısına, İncil’den bir kıssa veriliyor. Kıssanın konusu yolun kenarında muhtaç durumda bekleyen birine yardım eden kişi ile ilgili. Diğer yarısına ise İncil’den rastgele bir konu veriliyor ve sonra tüm öğrencilerden başka bir binada bu konuda vaaz vermeleri isteniyor. Diğer binaya geçerken söz konusu kıssadaki gibi acı içinde inleyen muhtaç birinin yanından geçiyorlar ve yardım etmek için durup durmadıkları gözlemleniyor. Sonuç ise, kıssayı daha yeni dinlemiş ve bu konuda vaaz verecek olan ilahiyat öğrencilerinin çoğu muhtaç kişiye yardım etmiyor. Araştırmayı yapanların vardığı sonuç çok etkileyici; seminer verecek kişiler acele içinde oldukları için yardım teklif etmiyorlar. Etrafımızdaki insanlara yardım edebilmemiz için onlara tüm dikkatimizi verebilmemiz gerekiyor. Eğer dikkatimiz başka görevler ve telaşlar ile bölünüyor ise yardım etme olasılığımız düşüyor çünkü yardım edebilmemiz için gereken empatiyi kuracak zamanı bulamıyoruz. Yazar, hız içinde akan şehir hayatında bir tür trans halinde yaşadığımızı ve diğer insanları fark edemediğimiz tespitini de değerlendirmesine ekliyor.

Yavaşlamak hakkında yazılan bu yazıyı hızlı bir şekilde göz gezdirerek okumamış olanlara  söyleyebileceğim şey, bu hızdan oluşan cendereden çıkmanın yolu benim için kendi ritmimi merkeze almak oldu. Şimdi annemin kısık ateşte yaptığı yemeklerin, restoranlarda sipariş edilen yemeklerden neden daha lezzetli olduğunu anlayabiliyorum. Hayatıma giren ve değen her şeyin tadına varmak için zaman ayırmam ve özen göstermem gerektiğini fark ettim. Eğer çok hızlı koşarsam zihnimin, kalbimin buna yetişemeyeceğini tecrübe ettim. Yavaşlayarak birilerinin beni geçip geçmediğini düşünmek yerine bilakis yavaşladıkça hayatımda geçip gitmemem gereken şeylerin farkına vardım. Yavaşladığım zaman yani kendi iç dünyama göre saatimi ayarladığım zaman, kontrolün dışarıda değil bende olacağını idrak ettim. Herkesin kendi ritmi farklı ve bunu bulabilmenin yolu ise eve döndüğümüzde bizden sevgi ve ilgi bekleyenlere ‘Şimdi olmaz, çok yorgunum, vaktim yok’ cümlesini ne kadar sık kullanıp kullanmadığımıza bakarak bulabilmemiz mümkün diye düşünüyorum.

[email protected]