40 yıllık kabusun sonu

M. Taceddin Kutay / Türk Alman Üniversitesi
15.07.2017

“Dinin kamusal alanda bir yeri olmadığı” iddiasının anlamsızlığı minarelerden okunan salalar ile ortaya kondu. Ancak namaz kılınan ve cenaze kaldırılan bir mekan olması öngörülen camiler, 15 Temmuz gecesi toplumu kamusal alanda mobilize eden merkezler haline geldi. Bu durum ceberrut laikliği kendilerine yıkılmaz bir kale gibi gören ‘laik’ çevre tarafından kolay kabul edilebilir bir durum değildir.


40 yıllık kabusun sonu

Türkiye’de siyaset kurumunun,  reşit olmayan bir toplumun anlama kabiliyeti öngörülerek retorik kalıplar üzerine bina edilmiş olması acı da olsa bir hakikattir. Bu kabul uyarınca toplum analiz kabiliyeti olmayan, olsa olsa çok sınırlı retorik sunumları yorumlayabilecek fertlerden oluşur. Nevzat Tandoğan’dan mervi meşhur “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz” sözü topluma tanınan hududu ortaya koyar mahiyettedir.  Sunulan retorik kalıpların gerçekle ne oranda örtüştüğünün çoğu zaman bir önemi yoktur; mühim olan bu kalıpların kullanım değeridir. Bir retorik kalıp istenen neticeleri ortaya koyduğu oranda kabul görür ve yaygınlaştırılır. Örneğin devletin dini kontrol ettiği seküler bir sistem olan laikliğin yegane tarifi “Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” imiş gibi tarif edilir ve toplumun tamamında bu tarif bir hakikat olarak kabul görür. Benzer bir retorik kalıp sağ siyasetin muhafazakar ve statükocu, sol siyasetin ilerici ve gelişmeci olarak tarif edilmesinde de karşımıza çıkar. Cumhuriyet tarihinde statükonun ortanın solu ile özdeşleşen CHP’de temsilini bulduğu, en büyük atılımların ise sağ siyasetin iktidar devirlerinde ortaya konduğu gerçeği bu retorik kalıp sebebiyle görünmez olur. İdris Küçükömer’in meşhur “Türkiye’de sol sağdır, sağ ise soldur” itirazı dahi bu kalıbın değişmesini neticelendirmemiştir.

Bilinçaltı duvarları 

Retorik kalıpların bu kadar güçlü olması, bilinçaltımıza inşa ettiği duvarların yüksek olması sebebiyledir. Heidegger bu duvarları aşmanın yolunu sorgulamış ve duvarları aşmak için duvarın duvar olduğunu farketmemiz gerektiğini ortaya koymuştur. Öte yandan Alman filozof bu duvarı aşma işleminin hiç de kolay olmayacağını bizlere gösterir. Bizlere öğretilen ön kabuller hayatı kendileri ile okuduğumuz birer gözlüktür. Gözlüğü farketmek ve çıkabileceğini kabul etmek bu gözlükten kurtulmanın ilk şartıdır. Ancak gözlük olmadan görme pratiğine sahip olmayan insan gerçekliği yorumlarken karşılaştığı ilk zorlukta bu gözlüğü tekrar takmak isteyecektir. Zira gözlüksüz görmek başlı başına öğrenilmesi gereken bir şeydir.

Egiptolog Jan Assmann toplumların kimliklerini büyük toplanmalar sayesinde keşfettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı tespitini yapar:

“Bayramlar ve ritüeller, düzenli tekrarları ile kimliği koruyan bilginin iletilmesi ve devredilmesi, böylece kültürel kimliğin yeniden üretimini üstlenir. Ritüel tekrar grubun zaman ve mekansal birlikteliğini garanti eder... Bayramlar gibi büyük toplanmalarda toplumsal ufuk kozmik dünyaya, yaratılma dönemine, ataların zamanına, dünyanın geçmişte yaşadığı büyük değişimlere kadar genişler... Bu dünyanın düzenini ve grubun kimliğini korur.”1

Assmann bu tespitini yaparken 15 Temmuz hadisesine tanıklık etmemişti. Ancak Assmann 15 Temmuz’a ve Türk milletinin başkaldırısına canlı şahitlik etmiş olsaydı, kuvvetle muhtemel Türk milletinin kendisine giydirilen gözlüğü genişleyen ufkuyla kırdığını söyleyecekti. 15 Temmuz’u Assmann’dan yola çıkarak okuduğumuzda karşımıza çıkan hakikat Türk milletinin bir toplu içtimada kimliğinin ufuklarını ortaya koyduğudur. Türk milleti bu gece bir hayat memat mücadelesinde ufkunu atalarının zamanından torunlarının muhayyel devirlerine kadar genişletmiş; kim olduğu ve kim olarak kalmak istediğine ait tasavvurlarını ortaya koymuştur. Milletin ufkunun bu kadar genişlemesi kendisine dayatılan retorik kalıpların da plansız bir şekilde yıkılmasına vesile olmuştur. 15 Temmuz bu bakımdan cumhuriyetin ilk yıllarından beri kurulan ezberlerin yıkıldığı bir milat olarak anılmayı hak ediyor.

Ceberrut laiklik yorumunun topluma dayattığı “Dinin kamusal alanda bir yeri olmadığı” safsatasının anlamsızlığı minarelerden okunan salalar ile ortaya kondu. Ancak namaz kılınan ve cenazelerin kaldırılacağı bir mekan olması öngörülen camiler, 15 Temmuz gecesi toplumu kamusal alanda mobilize eden merkezler haline geldi. Bu durum ceberrut laikliği kendilerine yıkılmaz bir kale gibi gören “laik” çevre tarafından kolay kabul edilebilir bir durum değildir. İzmir Narlıdere’de sala okuyan müezzine karşı girişilen saldırı bu bakımdan FETÖ’cü bir saldırı olarak değil, paniklemiş radikal laiklerin dönüşüme karşı reaksiyonu olarak okunmalıdır.  Radikal laik çevreler dönüşüme karşı nasıl bir direnç ortaya koymak isterse istesin, retorik ezberler Türk milleti tarafından geriye dönüşü mümkün olmayan bir şekilde yıkıldı. Yıkıldı, çünki Assmann’ın da işaret ettiği gibi 15 Temmuz gecesi Türk milletinin ufku kendisine dayatılan sınırların çok ötesine kadar genişledi. Artık laiklik Türk milletine dini kamusal alandan öteleyici bir yere koymayı dayatacak şekilde tarif edilemeyecek. Aksine laiklik yeni bir toplumsal uzlaşma ile yeniden tanımlanması zaruri bir prensip olarak düşünülecek.

Reşit bir toplum olmadığı varsayılan ve demokratik olgunluğu bu bakımdan elitist çevrelerde sık sık tartışma konusu edilen Türk milleti 15 Temmuz gecesinde bir mühim duvarı daha yıktı. Kendisine belli sınırlar çizmek isteyen ve bu sınırların dışına çıkmasına müsade edilmeyecek bir halk olduğu ezberi kendisine de öğretilen Türk milleti bu ezberi yerle bir etti. Kendisine sistemler, yönetimler, oyun alanları dayatan “çok bilenler”in Türk milletine bir kez daha sınır çizmesine millet iradesiyle engel olundu. O gece kimin dilinde hangi şarkı, hangi şiir, hangi dua vardı bilmek zor; ancak 15 Temmuz sonrası Türk milleti her milli şarkıda, şiirde kendisinden bir pay bulacak. Namık Kemal’in “Ecdâdımızın heybeti maruf-ı cihândır. Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır!” mısraları, Arif Nihat Asya’nın “Delikanlım işaret aldığın gün atandan, yürüyeceksin millet yürüyecek arkandan, sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan” mısraları ve bunun gibi onlarcası 15 Temmuz sonrası bir mitos gibi okunmayacak. Bilim adamları “Ulubatlı Hasan diye birisi yaşamış mıdır, yaşamamış mıdır?” diye tartışadursun, masallara ve hikayelere sıkıştırılmaya çalışılan kahramanlık 15 Temmuz gecesi numunelerini kameralar tarafından tespit edilecek şekilde ortaya koydu. Türk milletinin kahramanlığı kendisine çizilen efsane kalıplarını da yıkarak hakikat suretinde kendisini gösterdi. Hem de gelecek kuşaklara filmlerini izletecek şekilde.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün; ancak 15 Temmuz anıldıkça zikredilmesi gereken en önemli özelliklerinden birisi Türk milletine takılan gözlüklerin gözlük olduğunu anladığı ve gözlüğün camlarını kırdığı an olduğu olacak.

28 Şubat o gece son buldu

28 Şubat darbesi Türk toplumunun muhafazakar orta sınıfını muhatap almıştı. Devleti sahiplenen ve kendi tanımını devletten bağımsız olarak yapamayan bu sınıf ile devlet arasına bir set çekilmiş ve devletin onlara ait olmadığı, aksine devletin onlara sahip olduğu mesajı verilmişti. Muhafazakar Türk açısından bu kolay atlatılır bir travma değildir. Zira baba olarak gördüğü devletin kendisine karşı merhametsiz ve öteleyici bir tutum takınması, bu kitleye uzun sürecek yetimane hisler yaşatmıştır. Bu hisleri doğuran amiller çeşitlidir. Anadolu kaplanları olarak adlandırılan orta ölçekli sermaye grupları “yeşil sermaye” olarak yaftalandı; devlet kurumlarında çalışması arzulanmayan bu sınıfın insanları üretim ve ticaret sahasında da yüksek duvarların ardına hapsedildi. Sivil toplum kuruluşlarına yapılan baskılar, orta ve yüksek öğrenim kurumlarında uygulamaya konulan sınırlamalar, polis tarafından sokakta kılık kıyafet dayatmaları yapılması ve bunun gibi pek çok husus muhafazakar Türk açısından en yüce kurum olarak gördüğü devlete karşı bir reaksiyonu meydana getirdi. Devlet ile ilişkilerini Ak Parti iktidarının ilk dönemlerinde dahi son derece mesafeli bir şekilde sürdüren bu kitle 12 Eylül referandumu sonrası devlet kurumları ile daha barışık hale geldi. Buna rağmen cevaplanması gereken en önemli soru “Orta sınıf muhafazakarın bir süre öncesine kadar gadrine uğradığı devleti tekrar bütün varlığı ile sahiplendiği mi yoksa kayığını yürütecek bir deniz olarak gördüğü mü?” idi. Bu soru 15 Temmuz gecesi vuzuha kavuştu. Muhafazakar Türk orta sınıfı, devlet ile arasına tekrar mesafe koymak isteyen çevrelere karşı, daha önceleri defalarca elinden alınan en yüce kurumunun asıl sahibi olduğunu ortaya koydu. Gerek 15 Temmuz direnişinde, gerekse gecelerce süren demokrasi nöbetlerinde kamu mallarına en ufak zarar vermeyi aklından geçirmeyen bu kitle, Gezi sürecinde meydanlara inen kitle ile arasındaki en temel farkı da gösterdi: Bu kitle devleti sınırlayıcı bir rakip, bir düşman, bir öteki olarak değil; kendi öz varlığı olarak gören ve kamu malının hakiki sahibi olan kamunun ta kendisidir!

Bu kitle 28 Şubat ile örülen duvarları 15 Temmuz süreciyle yıkmakla bir şuuru daha ortaya koydu: Devlet bundan sonra içine sızmış, belli odaklara çöreklenmiş klikler marifetiyle orta sınıf Türk’ten uzaklaştırılacak bir kurum olmayacaktır. Devlet kurumları bu kimselerden temizlenecektir ve devlet milletin öz varlığı olarak varlığını sürdürecektir. Bu iddiayı destekleyici en önemli delil 15 Temmuz sonrası direnen kitlenin ordusuna sahip çıkması, Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere askere “Siz bizim askerimizsiniz” mesajı vermesidir. Hulasa, 15 Temmuz gecesi 28 Şubat’ın mimarları yarattıkları “Siz bu devletin yetimisiniz” imajı ile birlikte kat’i olarak tarihe karıştı. Millet o toplu içtimada genişleyen ufku ile kendisine biçilen gömleği yırttı, cebren gözüne takılan gözlüğü çıkardı. Mal sahibi kendisini ortaya koydu ve malına uzanan elleri kırdı. Mehmet Altan ve şürekası diledikleri kadar ikinci cumhuriyet masalları anlatmış olsun; ikinci ve hakiki cumhuriyet 15 Temmuz gecesi halkın geniş katılımıyla ve sahiplenmesiyle meydanlarda kuruldu. Hem de bir daha yaban ellere terkedilmemecesine.

[email protected]

1Assmann, Jan(1997); Kültürel Bellek S.65; Ayrıntı Yayınları (Istanbul)