Akademik daemon, mürüvvet ve Şerif Mardin

Dr. Celâl Fedai / Yazar
16.09.2017

Liberalizmin, İslamî tefekküre kontrol edilebileceği bir alan açmak için kullanıldığı gün gibi ortadayken Mardin, “iyiler”i araştıran oldu ama onlardan yana olmadı. Böyle olmak akademik mürüvveti sağlamıyordu. Yetiştiği dünyanın entelektüel putları, “daemon”dan değil “meleksiz olmak”tan korkan, bugün pek az timsali bulunan İslamî tefekkürün dikey seyrinin çekiminden onu alıkoydu.


Akademik daemon, mürüvvet ve Şerif Mardin

Şerif Mardin’in vefatının ardından söylenenler, evvelce söylenenlere yenilerini eklemedi. Kemalistler ve Marksistler onu, liberal görüşlere kapılıp Türkiye’deki İslamî meseleleri ele alması, bu sayede bu mesele-lerin varlığına alan açması bakımından eleştiregeldiler. İslamcılar, onun İslamî meseleleri ele alışından hoşnutluk duysalar da ona karşı ikircikli olmaktan kendilerini alamadılar. Ancak hangi çevre ne gibi eleş-tiriler yöneltirse yöneltsin sanırım hiçbiri Mardin’in üzerinde çalıştığı konuların gerçek birer mesele ol-duğunu inkâr etmeyecektir. İlgililerinin önünde birçok bakımdan eleştiriye tabi tutulmayı bekleyen bir külliyat duruyor. Bu külliyattan naçizane istifade eden biri olarak benim Mardin’e dair hatıram oldukça naif olsa da onu, “Aklı modern zamanların daemonuyla temas halinde bir akademisyen” olarak gördüğüm için eleştirilerim sanıyorum ki naif kaçmayacak. Ona karşı hatıram naif, çünkü sekseninden sonra namaz kılmaya niyetlenen bu fevkalade çalışkan insan, onca bilgisinin arasına Fatiha’yı katacak emeğe bir türlü kendini hazır edememişti. Ayşe Şasa rahmetlinin, “Şerif Hoca, Allah iyiliğini versin, aç yüzünden oku!..” deyişiyle ilk kez cami hocasına uğrayan çocuk kıvamına geldiğini ve o gece rüyasında Hz. Peygamber’i görüp Şasa’nın telefonuna nasıl şen çocuklar gibi sarıldığını bilmek beni naifleştiriyor. Öte yandan fevka-lade müktesebata sahip bir akademisyen olarak, birazdan ne mene bir şey olduğu hususunu tartışmaya ça-lışacağım “daemon”un çekiminden bir türlü kendini kurtaramamış olmasını, bilhassa bu yönünü, kıyasıya eleştirmek gerekiyor ki pek çok zekâyı kendi dairesinde tutan “daemon” gereğince anlaşılabilsin.

Mavi Gitarlı Adam

Şu yaşıma dek karşılaştığım hiçbir öğretmen ümmi annem kadar meseleleri işin aslından kavrattır-madı bana. Evin tek oğlu olarak imtiyazımı sonuna kadar kullanıp bağ bostan işinden kaytardığım günler-den birinde anneciğim, arkadaşlarımdan beni soruşturmuş. Babam Almanya’da işçi olduğu için evin erkeği benim güya. Tarlaya gidilecek ama ben ortada yoğum. Soruşturmuş; arkadaşlarım demişler ki: “Sizin evin arkasına bir evcik yaptı. Orada kitap okuyor, çay içiyor. Oradadır.” Tepenin yamacını dizlerine yaslana-rak çıkan annemle birden göz göze geldik. Ayaklarımı uzatmışım, elimde kitabım çayımı yudumluyorum. Taşlardan çattığım evciğimin mimarisine, konforuna bakan annem, yüzlerce yıldır daha çok şairlere atfe-dilen “daemon”un bana uğrayan yanını çarptı yüzüme: “Şeytanın günlüksüz Irgadı, ne olacak!..” deyiverdi. İşten kaytaran bu haylaz oğlunu bir güzel dövseydi keşke. Öyle yapmadı, benim yapıp etmelerimi, kendi kendimi eğleyişimi “şeytan”la ilişkilendirdi. Dediğine göre ben, ırgat gibiydim. Lakin günlük almıyordum ve en fenası bu halim, şeytana çalışmak anlamına geliyordu. Bu ağır küfrün beni nasıl sarstığını anlatmam kabil değil. Kendisi üzerine hazırladığım master tezimi bitirdiğim günlerde bu hadiseyi İsmet Özel’e an-latmıştım. “Şairin durumunun bu sözde anlatıldığı gibi olup olmadığının en temel husus sayılması gerekti-ğini” söylemişti İsmet Bey. Tezimi bu adla yayımlayacağımı duyunca da konuşmamız “daemon”a, yani bir sanatçının, entelektüelin, akademisyenin neyi asıl belleyerek yaptığı hususuna odaklanmıştı. Şair, “şeyta-nın günlüksüz ırgadı” olmuşsa vay halineydi onun. Wallace Stevens’in Mavi Gitarlı Adam şiirindeki adam gibi, mavi gitarının belirsiz etkisiyle “işin aslı”nı bir türlü çalamayan bir müzisyen gibi olmak, sadece şairin değil entelektüelin de akademisyenin de sorunuydu.  Acaba “‘Aydınlar’ Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi” yazısıyla Türk düşünce hayatına “daemon”a dair mühim bir tartışma başlatan Şerif Mar-din’in de kalemi, gitarı mavi adamınki gibi onca müktesebata rağmen “işin aslı”nı bir türlü söyleyemiyor muydu?

Mardin’in aklının modern zamanların akademik daemonuyla teması meselesi bana kalırsa onun ar-dından tartışılması gereken hususların başında geliyor. Kuşkusuz “daemonik hal”, modern zamanlara has değil. Kadim zamanlardan beri, insanın eylemlerini çekip götüren bir çeşit irade olarak biliniyor daemon. Modern zamanlarla birlikte bu “irade”nin ilahi niteliği bütünüyle kayboldu. İçinde yaşadığımız dünyanın paradigması tam da böyle oluştu. Aşil’den sonra Faust geldi. Öldükten sonra adının kalması için Troya savaşına katılan Aşil’in hali, Batı dünyasının düşünen, düş gören tüm kişiliklerini etkilemişti ama bu etki Faust’unkiyle kıyas kabul etmez. Yaşadığımız dünya Faust’un daemonik dünyasıdır. Yaratıcı olmak, özgün olmak uğruna her şeyini feda edebilecek kişiliğin çalışma odasına bir gün Mefisto uğracaktır. Thomas Mann’ın, Doktor Faustus romanının kahramanı Adrian Leverkühn’ün de başına gelen budur: Mefisto ona istediği yaratıcı zamanı verecektir ama karşılığında ondan şunu ister: “Sevgi seni ısıttığı sürece senden alınacak.” Modern, postmodern zamanların “daemonik kişilik”lerine bir bakın… Böyle şairler, müzisyen-ler, siyaset adamları, akademisyenlerin hepsi hümanizmin bir ürünüdür ama kimseye verecek bir sevgileri yoktur. Üşürler, bu yüzden de işlerine ısınmak için daha çok gömülürler. İşte Şerif Mardin, andığım meşhur yazısında Türk edebiyatı, sanatı, düşünce hayatında “daemonik bir yan” olmadığını; tekdüze, yalınkat bir edebiyat, sanat, düşünce hayatımızın olduğunu söyleyerek eleştirir. Selefi Max Weber gibi bir çeşit “dae-mon”un çekimine kapılmış gibidir. Weber’in “daemon”a verdiği önem üzerine fevkalade bir yazı kaleme alan rahmetli Hasan Hüseyin Nalbantoğlu’nun izah ettiği gibi sadece Weber değil istisnaları bir yana bıra-kılırsa tüm Batılı akademisyenler, entelektüeller “daemonsuz bilim” olamayacağında hemfikirdir. Mar-din, Müslüman bir dünya kavrayışının verdiği akıl işletişini bilmez değildir ama onu asla olamayacağı şey olamamakla eleştirmektedir. Bir başka meşhur yazısı “İyiler ve Kötüler”, bu konuda çok tipik bir misal-dir. Mardin, İsmet Özel’in ihtidasını Türkiye’de “iyiler”den yana olmakla ilişkilendirişi üzerinden “iyi-ler” meselesini ele almaya başlar. Tarihin seyri içinde “iyilik”, “avam-havas ayrımı”, “kötülük” gibi ko-nularda İslam dünyasından Selçuklulara, Osmanlılara dek uzanan bir seyri takip ederek bilgiler verir. Açıktır ki Mardin, Amerika merkezli “daemonik Batı entelektüelleri”ne Türkiye’de dinî hayatın değişim süreçleri hakkında bilgi vermektedir. Nitekim yazısının sonunu şöyle bağlar: “Osmanlı toplumunun yapı-sal temellerinin zaman içindeki ısrarlılığı –ama aynı zamanda uğradığı tadilat- ve ayrıca çağdaş Türki-ye’de geçerli kılınan yabancı bir kültürün yeni unsurları bizim sosyal değişme diye bildiğimiz modele uyuyor gözükmektedir.” Mardin’in kendisinin de “tedirginlikle” eğildiği Türkiye’deki sosyal değişmelerin düşünüldüğü gibi işleyip işlemediği meselesinde, endişeye mahal yoktur. Bu izahlardan sonra “daemonik Batı entelektüelleri”nin içi ferahlamış mıdır, bilemiyorum… 

Meleklerin lütfu mu?

1990’lara kadar Türkiye’nin İslamî yaşantıya dönse bile yediği kültürel darbelerden ötürü İslamî te-fekküre asla dönemeyeceği fikri geniş bir kabul görüyordu Batı’da. Fakat öngörüler boşa çıktı. Türkiye şaşırtıcı şekilde İslamî tefekküre döndü. Şerif Mardin, çalışmalarında, Tanzimat’la yetinmeyip öncesine uzanarak “İslamî yaşantı ve İslamî tefekkür bağının tarihî seyri”ni ısrarla ele aldı. Weber’den Baudelai-re’e, Picasso’dan Einstein’a kadar aklını daemonla irtibatlandırarak işleten kişiliklerin karşısında İslamî tefekküre şans tanıyor gibi görünmüyordu. Şerif Mardin’den Türkiye’de okumuşlar tarafından temsil edi-len İslamî tefekkürün yitirdiği özgüvenden ötürü günden güne “daemonikleştiği” gerçeğinin resimlerini okuyamadık ne yazık ki. Oysa genç Müslüman entelektüeller neler yazıyor, diye takip ettiğini biliyorum. “Sen niçin böyle değilsin?” sorusunun altında kalmamak için teşhir ve ifşa çağının çekimine kapılan oku-muşların İslamî tefekkürü, korkarım onun şu meşhur “sosyal değişim modeli”ne bugün de uymayı sürdü-rüyor. Daemon’un postmodern yüzünün halk katında yaşayan irfana ulaşması an meselesi gibi geliyor ba-na…

Batılı daemonik entelektüellerin ikiyüzlülüğünde sınır yoktur… Bize son liberal olarak sunulan Isaiah Berlin’in, “Kendinizi Siyonist olarak görüyor musunuz?” sorusuna, “Evet, kesinlikle. Ben siyonizme son-radan dönmedim. Okulda bir çocukken bile siyonisttim” dediğini Şerif Mardin bilmiyor olamazdı. Peki, sözde dünya fikir akışının akıntısına karşı duran entelektüelleri bilhassa çalışan, kendisi için siyonizmi seçen ama dünyaya liberalizmi salık veren Berlin gibi daemonik entelektüellerin halini niçin dikkate al-madı? Liberalizmin, İslamî tefekküre kontrol edilebileceği bir alan açmak için kullanıldığı gün gibi orta-dayken Mardin, “iyiler”i araştıran oldu ama onlardan yana olmadı kanımca. Böyle olmak akademik mü-rüvveti sağlamıyordu. Eline mavi gitarı alan için, işin aslını söylemek güçleşiyordu. Yetiştiği dünyanın entelektüel putları, “daemon”dan değil “meleksiz olmak”tan korkan, bugün pek az timsali bulunan İslamî tefekkürün dikey seyrinin çekiminden onu alıkoydu. “Mürüvvet”i “daemon”da değil “Hızırla Kırk Saat” geçirmekte bulan Sezai Karakoç’un yalnızlığı, öyle görünüyor ki ona cazip gelmedi ömrünün son demleri-ne dek. Kuşkusuz Türk düşünce tarihi, zaman içinde Şerif Mardin’i de “Daemon’un vaadleri”ne değil “me-leklerin lütüfları”na kendini bırakanlarının eliyle, bugün akışı yavaşlamış görünüyor olsa da, o büyük nehrinin içinde kendine benzeyen bir Müslüman kişilik olarak katmayı bilecektir. Onun büyük gücü de bu-radadır…

@CelaliFedai