Avrupa ile ilişkilerde kara göründü

M. Taceddin Kutay / Türk Alman Üniversitesi
25.03.2017

Avrupa başta olmak üzere Batı’da dinin yerine konmak için yaratılan ne varsa işlevini yitiriyor. Avrupa’nın Aydınlanma’yı tamamlamak ve bu sürece ayak uydurmak için feda ettiği ve tasfiye ettiği din kurumundan yana da artık bir beklentisi yok. Dolayısıyla değerlerin iflası sonrası Avrupa’nın dönebileceği bir kapı yok. Avrupa sona yaklaşıyor ve biz tarihi vazifemizi yerine getiriyor, Avrupa’ya ayna tutuyoruz.


Avrupa ile ilişkilerde kara göründü

I. Dünya Savaşı’nın hiç umulmadık bir biçimde yepyeni bir dünyayı doğurması bu savaşın “Tüm savaşları bitirecek savaş” olarak anılmasına sebep olmuştu. Savaş sonrası doğacak olan “Modern Dünya” tüm anlaşmazlıkların, haksızlıkların son bulacağı bir dünya olmalıydı. Bu ideale öncelikle ters düşen şeyin savaş sonunda mağlup ülkelere dayatılan anlaşmalar olduğunu o dönemin idealistleri görememişler miydi bilemiyoruz. Din bilimci ve antropolog Winston L. King “Bu modern dünyada dinin yeri nedir?” sorusunu cevaplarken oldukça zorlanmıştı. Modern dünya öncesi dine ait olduğu farz edilen hemen bütün alanlar din dışı disiplinlere terk edilmişti. Böyle bir dünyada dine yer bulmak oldukça zordu. King bu durumu şu sözlerle özetlemekteydi: “Sanat insanları çirkinlikten ve can sıkıntısından korurken, felsefe anlamsızlıktan korumakta ve eşyanın metafizik dünya ile münasebetini ortaya koymaktadır. Bilim bütün pratik disiplinlerin bir toplamı olarak bizi cehaletten ve dünyayı izahta görünmeyen güçlerin mahkumu olmaktan alıkoyarak psikolojik tehlikelerden muhafaza eder; hayatı keyif ve mutlulukla geçirmenin kapısını bizlere açar. Siyaset toplumsal kargaşaya mani olur, anarşi ve halkın birbirine girmesi tehlikesine karşı tedbirler alır; içten ve dıştan gelecek tehlikelere karşı bizleri emniyette tutar. Etik ise temelsiz ve düzensiz davranışların ortaya çıkmasına engel olacak altyapıyı bizlere sunar”. Zaten birbirleriyle herhangi bir şekilde bir araya gelmeleri mümkün olmayan ve insanlar ve toplumlar arasında kavga ve savaş vesilesi olan dinlerin böylece giderek işlevsizleşmesi sorun üreten bataklığın kurutulması anlamına gelmekteydi. Bu sebeple insanı merkeze alan bir değerler manzumesi ortaya konmalı; toplumlar ve insanlar arasında tamamen kabul edilecek bir zemin teşekkül ettirilmeliydi. Bu aslında Aydınlanma ile birlikte açılan parantezin zirvesine ulaşılması anlamına gelmekteydi. İnsani değerler her şeyin üzerinde yer alacak; fertlerin ve toplumların değeri yahut değersizliği bu değerlere olan yakınlık-uzaklıklarına göre belirlenecekti. Batılı değerler bir yandan tüm değerlerin yerine geçerken diğer yandan dönüştürebildiği değerlerin varlığını sürdürmesine müsaade edecekti.

Ortada değer bırakmadılar

50 yılı aşkın bir süredir kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği ile aramızdaki ilişkinin hikâyesi diplomasi tarihi kitaplarının en ilgi çekici hikâyelerinden birisi olacak; belki de süreç boyunca sergilediğimiz tutum, diplomatik bir Stockholm sendromu olarak adlandırılacak. Bir tarafta tarihsel düşmanımız, benliğini Türk karşıtlığı ile şekillendirmiş Avrupa, diğer yanda biz. Biz birliğe girmek istedikçe altyapısal bahaneler bulan ve bunların haklılığına bizleri de inandıran Avrupa ile bu Avrupa’ya layık olmak için kendini paralayan Türkiye’nin ilişkisi tam olarak bir Stockholm sendromu olarak görülecek. 2000’li yıllar, söz konusu altyapısal açıklarımızı kapadığımız ve Avrupa ile aradaki makası daralttığımız yıllardı. Hatta üye ülkelerin çoğundan iyi bir hale geldiğimiz, Avrupa’nın da itiraf ettiği bir hakikat. Özellikle ekonomisini Avrupa’nın pek çok ülkesinden çok daha iyi bir noktaya getiren Türkiye’nin bu sopa ile terbiye edilmesinin imkânsızlaştığı demde Avrupa bize karşı daima en son ve aşılması gayr-ı kabil görünen kozunu oynadı: Değerler! İnsan hakları, düşünce özgürlüğü, azınlık hakları, devletin şeffaflığı, toplantı ve gösteri hürriyeti vb. onlarca madde sayılarak karşımıza çıkarılan değerler listesi, bir süre sonra sıfırcı hocalar tarafından sınıfta bırakıldığımız sınavlara dönüşüyordu.“Türkiye şu haliyle AB’ye giremez, zira Avrupa değerlerinin tüm gereklerini yerine getirmiyor” benzeri eleştirilerin ardı arkası kesilmiyordu. Değerler sınavından sınıfta kalışımızın sebebi genelde hep aynı yere bağlanıyordu. Avrupalı değerleri hala benimseyememiştik. Ataerkil Türk kültürü ve din Türk toplumunda ve siyasette hala son derece belirleyiciydi. Oysa Batı küresel değerleri dinin ve kültürün yerine ikame etmiş; genel geçerli bir kanon oluşturmuştu. Bu kanona uymuyorduk. Buna rağmen Avrupa Birliği’nin bize kapıyı neden tam olarak kapatmadığının cevabını kısa bir süre önce dönemin Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz vermişti: “Türkiye ile ilişkilerimizi bu seviyede tutmazsak Türkiye üzerindeki kontrol yetimizi kaybederiz!”. Dolayısıyla Türkiye’yi bir yandan Birliğe almamanın, ancak üzerinde tasarruf etmenin yolu Avrupalı için değerlerden geçiyordu.

Bir dönem Claudia Roth, memleketin dört yanını bir dominyonu denetleyen müfettiş edasıyla dolaşıyor, bize not veriyor, gereğinde fırça atıyor; her hal-ü karda değerler üzerinden bize karşı üstünlüğünü hatırlatıyordu. Karşımızdaki manzara tam olarak şuydu: Batı’nın Türkiye ile kurduğu hegemonyal ilişki, dönemsel olarak kırbaçlanmamızı gerektiriyordu ve bütün diğer kırbaçlar işe yaramadığında kullandığı kırbaç, değerler olarak karşımıza çıkıyordu. Değerler asla yıpranmaz ve sırtımızda daima en sert biçimde şaklar bir kırbaç olarak kabul ediliyordu. Ta ki geçtiğimiz birkaç aya kadar. Avrupa ülkeleri bize karşı kullandıkları en eskimez silahlarını bizzat kendileri payimal etti. Darbe girişimine karşı açıktan taraf alamayan ancak darbecilere sığınaklık yapan demokrasi havarisi Avrupa yıllar yılı bize dayattığı toplantı ve gösteri hürriyetini, söz konusu biz olunca ayaklar altına almaktan çekinmedi. Son birkaç haftadır yaşananları yazımızda uzun uzun tâdâd etmenin bir âlemi yok. Her şey hala çok taze ve hepimiz için öfke uyandırıcı etkiye sahip. “Kış kışlığını, kuş kuşluğunu, gavur gavurluğunu yapar” demiş atalarımız. Öyleyse bu öfkelenmek niye? Öfkeliyiz; zira yıllar yılı bizi ne ile suçladıysa ayaklar altına alan, hatta bin beterini yapan Avrupalıyı karşımızda görmek bizi öfkelendiriyor. Yukarıda da anlatmaya çalıştığımız gibi Avrupa ile aramızdaki hegemonyal ilişki Avrupalının yaptığı her eleştiriyi hakikatmişçesine kabul etmemiz ve kendimizi suçlamamızla neticeleniyordu. Oysa maskenin indiği demde karşımıza çıkan manzara tam olarak bu güne kadar sürdürdükleri değerler oyununun yalnızca bir aldatmacadan ibaret olduğunu gözler önüne serdi. İşte bu infialin, bu öfkenin bütün sebebi tam olarak bu. Ahlak, kanun, kural, hukuk dayatanın ahlaksızlığı, kanunsuzluğu, kuralsızlığı, hukuksuzluğu hiç bu kadar gözümüze sokulmamıştı.

AB süreci fiilen sona erdi

Bizi asla tam üye olarak kabul etmeyeceklerini adımız gibi bilsek de Avrupa Birliği’ne adaylık süreci Türk halkı açısından hayatın tabii bir parçasıydı. Bu o kadar sindirdiğimiz bir şeydi ki henüz taze bir başbakan iken Recep Tayyip Erdoğan “Bizi Birliğe almazlarsa Kopenhag kriterlerine Ankara kriterleri der, yolumuza devam ederiz” demişti. Geldiğimiz noktada Erdoğan’ın 12 sene önce söylediği bu cümlenin tam olarak tahakkuk ettiğini söylemek mümkün. Kopenhag’ta kriter kalmadı ve biz mecburen artık bize bu güne kadar ezberlettiği değerleri ve kriterleri Avrupalıya hatırlatıyoruz. Avrupa Birliği bizimle kurduğu hegemonyal ilişkiyi besleyecek ve bize karşı kullanacağı bütün kartlarını yitirdi. Artık her sıkıştığında yüzümüze vurabileceği bir değerler kartı yok; zira değerlerden bahsettiği anda bize ne kadar borçlu olacağının farkında. Eminiz ki, Avrupa kulisleri “Biz ne halt ettik?” diye soran siyasetçilerle doludur. “Türkiye ile her hangi bir şekilde eşit bir ilişki kurmaya razı olmayacak olan Avrupa Birliği, üst perdeden konuşmasını sağlayacak hangi karta sahiptir, yahut yakın gelecekte hangi karta sahip olacaktır?” diye sorduğumuz anda koca bir boşlukla karşılaşıyor oluşumuz Avrupa Birliği’ne adaylık sürecimizin fiilen bittiğini bizlere hatırlatıyor. Görmeyi beklediğimiz şey bu ipi ilk önce kimin bırakacağı.

Tam da burada değinmemiz gereken önemli bir nokta ile karşı karşıya geliyoruz. Futurizmden kaçınmasına kaçınalım, ancak gözümüze gözümüze giren bir hakikat var ve bu hakikatin bize söyleteceği şey kehanet değil, olanı ortaya koymak olacak. O hakikat tarihi günler yaşadığımız hakikati. Tarihi günlere tanıklık ediyoruz; zira Batı’nın Aydınlanma ile açtığı parantez kapanıyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da dinin yerine konmak için yaratılan ne varsa işlevini yitiriyor. Avrupa’nın Aydınlanma’yı tamamlamak ve bu sürece ayak uydurmak için feda ettiği ve tasfiye ettiği din kurumundan yana da artık bir beklentisi yok. Dolayısıyla değerlerin iflası sonrası Avrupa’nın dönebileceği bir kapı yok. İşte yaşlı kıtanın baş başa olduğu en büyük sorun tam olarak bu. Avrupa sona yaklaşıyor ve biz tarihi vazifemizi yerine getiriyor, Avrupa’ya ayna tutuyoruz. Ne olduklarını ve nereye gittiklerini yüzlerine vuruyoruz. Belki de yapılacak en iyi şey iflasın eşiğinde duran bu birliğin kapısından bizi kurtaran kadere minnet etmek olacak.

[email protected]