Dünya yeniden kurulurken AB-Türkiye ilişkileri

Doç. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üni. Diaspora Araştırmaları Merkezi
9.12.2017

AB’den gelen politik mesajlar önceleri daha tehdit içerikliydi. Demokratikleşemeyen Türkiye’nin AB’de yeri olmadığı söylenmekteydi. Bugün ise Rusya ve İran ile yakınlaşan politikalar sonrasında aba altından havuç gösterilmektedir. Yani NATO’nun ve AB’nin Türkiye’ye güvenlik ve pazar katkılarının vazgeçilmez olduğu hatırlatılmaktadır. Bir sonraki aşama belki AB’nin Türkiye’nin vazgeçilmezliğinden bahsetmesi olacaktır.


Dünya yeniden kurulurken AB-Türkiye ilişkileri

İkinci Dünya Savaşı sonrası siyasal dengeleri nükleer savaş korkusu gibi bir dehşet senaryosu sağlamış olsa da göreli bir barış ortamı sözkonusuydu. AB bir barış projesi olarak savaşı değil ekonomiyi öne çıkarmıştı. Nihai hedefi siyasal birlik gibi dursa da AB’nin bu konuda acelesi yoktu. Kendi içinde farklı çıkarları olan yapıları birleştiren ekonomik kalkınmaydı. Bu dönemde Avrupa’dan daha hızlı büyüyen ekonomisiyle ABD dünyadaki hammadde ihraç eden ülkelerde bir barış ortamı oluşturma gayretindeydi. BM, IMF, Dünya Bankası, GATT gibi uluslararası kuruluşların kurulma gayeleri de ekonomik yapının iyi işlemesi için ortam oluşturmak ve imkanlar yaratmaktı. Barış dönemleri ekonominin öne çıktığı ve ticaretin geliştiği dönemler olarak görül-mekteydi. Genel emtia ticaretinin yanında reel sosyalizmin varlığı da zaten sanayiyi ayakta tutacak kadar silah ticaretini mümkün kılıyordu.

Toplumsal olarak bakıldığında ise modernleşme ve sekülerleşme genel yükselen bir eğilim gibi görülmekteydi. Modernleşmeyi ve sekülerleşmeyi demokratikleşmenin takip edeceğine dair iyimser bir beklenti bulunmaktaydı. Böylece bütün dünya toplumları Avrupa ve özel olarak da aydınlanma değerleriyle buluşacak ve Kant’ın hayal ettiği bir “dünya cumhuriyeti” kurulacaktı. 1970’li yılların uzay filmlerinde bile bu iyimser havayı bulabiliriz. Günümüzdeki fütüristik filmlerin çoğunun felaket senaryosu içerdiği düşünüldüğünde fark daha iyi anlaşılabilir.

Dünya toplumları ilk olarak modernleşmenin demokratikleşmeyle sonuçlanmasının zorunlu olmadığını gördü. Daha 1960’larda Samuel Huntington demokrasinin gelişmiş ülkelerde işleyebileceğini ama gelişmekte olan ülkelerde istikrarın daha önemli olduğunu fark etmişti. Yine aynı dönemlerde Peter Berger gibi sosyologlar sekülerleşmenin mutlak bir eğilim olmadığını dinin farklı görünümlerle modern hayatta yerini aldığını iddia etti. Oysa demokra-siyi yükselen bir grafikle besleyen bu iki unsur olacaktı.

Küresel iyimserlik hali

Neoliberal siyasetin devletin yüklerini alarak piyasayı ve toplumu geliştirmesi dahası bu tarz siyasetin küreselleşmesi barış politikalarında ikinci bü-yük hamleyi oluşturmuştu. 1980’lerde artık herkes ulus devletlerin çöküşünden bahsediyor ve küresel bir iyimserlik halinde yaşıyordu. Hatta küreselleş-menin yerel değerleri de yok etmediğiyle avunuyordu. Roland Robertson küreselleşme ile yerel değerlerin birlikteliğine glokalizasyon derken bizler bu kavramı o kadar sevmiştik ki Türkçesini bile bulmuştuk: Küyerel…

Reel sosyalizm sonrasının vicdanlı siyaset bilimcileri yeni birlikte yaşama pratikleri üzerine kafa yormaya başlamıştı. Radikal, katılımcı, uzlaşmacı, çatışmacı, diyolojik demokrasi kavramları birlikte yaşamanın mümkün hallerini tartışmaktaydı. Küresel dünya cumhuriyetinin çokkültürlü vatandaşları olacaktık. İşte bütün bu tartışma ortamlarının temel motivasyonu bir barış arzusu olarak savaş trajedilerinden kaçıştı. Savaşmayacak ticaret yapacaktık.

Böylesi bir pax dünyasında Türkiye gibi farklı kültürlerden gelen ve Avrupa değerler sistemiyle uyumlaşmaya çalışan yapıların da yeri olacaktır. Bu nedenle 70’li yıllardaki “Onlar ortak biz pazar” söylemleri toplumda geniş bir destek bulmamıştı. Turgut Özal kalemini eline alarak icraatın içinden prog-ramlarında AB ile birlikteliğin hesabını yapmış ve toplumu ikna etmişti. Türkiye’deki AB’ye katılım isteği genel bir politik hedefe dönüşmüştü.

İç barışı tehdit eden unsur

1990’lar AB’nin parasal birlikle birlikte ekonomik pazar birlikteliğini sağladığı artık siyasal bir birliktelik yolunda adım atmaya başladığı dönem ol-du. Siyasal birliğin dört aşaması vardır; AB Anayasası, ortak dış politika, ortak hazine, ortak ordu… Bu konular AB içinde sorun oluşturmaya devam etmektedir. Fakat artık eğilim bu yönde olduğu için kopuşlar başlamıştır. Bundan sonraki aşamaları aşabilecek motivasyon bir “biz duygusu” olacaktır. Zira devletleri devlet yapan ortak düşmana karşı dostların bir araya gelişidir. Eğer AB politik bir birlik olmak istiyorsa “ortak politikalarını” gerçek an-lamda “birlik politikalarına” dönüştürmek zorundadır.

Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin sorgulanmasına yol açan gelişme AB’nin politik birlik yolunda vites yükseltmesidir. Zira AB 11 Eylül sonrası dünyanın artık bir pax dünyası olamayacağını ama buna rağmen kendi iç barışını sağlamak zorunda olduğunu fark etmiştir. AB ülkelerine göre son yıllar-da iç barışı tehdit eden unsur ise göç hareketlerinin kontrolden çıkmasıdır. 70’lerde ülkelerin kalkınmasındaki olumlu rolüyle anılan göç hareketleri 2000’ler sonrasında güvenlik açığına dönüşmüştür. Göç konusunun bir güvenlik konusu olarak ele alındığının en sembolik hali Almanya’da Müslüman göçmenlerle diyalog kurumu olarak oluşturulan “İslam Konferansı”nın entegrasyondan sorumlu bakanlığın değil, İçişleri Bakanlığının sorumluluk alanın-da oluşudur. Yani polisten ve güvenlikten sorumlu bakan aynı zamanda Müslümanları teskin etmekten de sorumlu kılınmıştır.

Güvenlik politikalarına ağırlık veren ülkelerde Hobbesyen politik durumun oluşacağı aşikârdır. İçeride politik birliği sağlamak adına dışarıdaki savaş ortamından beslenmek güvenlik politikalarının omurgasını oluşturmaktadır. Bugün ABD, İsrail, Körfez ülkeleri ve AB’de kalmak isteyenlerin başını çektiği siyasal ortaklık kendi içinde barıştan dışarıda ise kaostan beslenmektedir. Bu politik konsepte Türkiye’nin uyum sağlaması mümkün gözükmemek-tedir. Türkiye barıştan beslenen ekonomik kalkınma yolunda ilerlemek isteyen bir ülkedir. Bu nedenle “komşularla sıfır sorun” başaramasak da Türki-ye’nin dış politikasının ana omurgasıdır.

Türkiye dünya ekonomisinin genişleyen halkalarından yararlanan bir ülke olarak hem içeride hem de dışarıda barış politikasının peşinden gitmekte-dir. Fakat bu politikanın da açmazları vardır. Dışarıdaki politik ortama hakim olanlar Türkiye’de geçmişte olduğu gibi toplumsal destekten yoksun kendi iradesini kullanamayan yaralı bilinç sahibi politik liderler görmek istemektedir. Kendi kendini oryantalize eden yaralı bilinçler AB açısından işleri kolay-laştırmaktadır. AB’nin beklentisi böylesi bir politik liderliğin verilenle yetinmesini bilecek olmasıdır. “İmtiyazlı ortaklık” AB’nin “biz” kimliği içinde saymadığı Türkiye’ye sunacağı en ayrıcalıklı konum gibi görünmektedir.

Türkiye’nin AB politikasındaki diğer açmazı da içerideki muhalefetin AB’yle aynı kapıya çıkacak bir şekilde “zayıf liderlik” beklentisidir. Her ne kadar bu beklenti “demokratik liderlik” kavramı üzerinden dillendirilse ve otoriterlik tartışmalarının sosuna bulansa da asıl beklenti şimdiye kadar sahip olunan konforun kaybedilmemesidir. AB ya da ABD ile her yaşanan krizde panikleyen ve artık açıkça aynı gemide olmadığımızı iddia edenlerle birlikte güçlü bir AB politikası yürütülmesi zor olacaktır.

Türkiye özellikle 2000’lerin başında AB uyum paketleriyle birlikte AB’yle entegrasyon yolunda önemli adımlar atmıştı. Genellikle bu adımların AB’de özellikle Almanya’daki sosyal demokrat iktidarların Türkiye’ye karşı olumlu tutumuyla cesaretle yürütüldüğü görülmekteydi. Bugün ilişkilerin kötüleşmesini AB’deki Hristiyan demokrat siyasi ağırlığa bağlayan yorumlar dikkat çekmektedir. Bu yorumlara göre AB’nin Türkiye’ye karşı mesafeli duruşu konjonktürel bir olgudur. AB içinde iktidar yapıları değiştiğinde Türkiye ile daha yakın politikalar yürütecektir.

AB’nin ötekiyle ilişkisi

Böylesi beklentilerin yapısal değişimleri göz ardı ettiğini ya da iyimser yorumlarla görmezden geldiğini söylemek zor değildir. Özellikle 2008 eko-nomik krizinden sonra başlayan ulus devletlerin kendi başlarının çaresine bakma eğilimi devam etmektedir. Suriye iç savaşı sonrası oluşan göç dalgasıyla panikleyen AB’nin ötekiyle ilişkisi kökten zedelenmiştir. Aşırı sağ politikaların güçlendiği AB’de gerçekleşen değişimler yapısal nitelik kazanmakta ve ayrımcılık kurumsallaşmaktadır. Türkiye açısından ötekini kabulde zorlanan bir AB’nin çekiciliği kalmamıştır. AB açısından ise “biz” içine dahil edeme-diği Türkiye’ye katlanmanın anlamı kalmamıştır. Beklenen sadece boşanma davasını kimin açacağıdır.

AB’den gelen politik mesajlar önceleri daha tehdit içerikliydi. Demokratikleşemeyen Türkiye’nin AB’de yeri olmadığı söylenmekteydi. Bugün ise Rusya ve İran ile yakınlaşan politikalar sonrasında aba altından havuç gösterilmektedir. Yani NATO’nun ve AB’nin Türkiye’ye güvenlik ve pazar katkıla-rının vazgeçilmez olduğu hatırlatılmaktadır. Bir sonraki aşama belki AB’nin Türkiye’nin vazgeçilmezliğinden bahsetmesi olacaktır. Türkiye’nin dış politi-kasının aslında AB ve NATO’da bu vazgeçilmezlik bilinci oluşturmak amaçlı olarak yürütüldüğü anlaşılmaktadır. AB ile aramızdaki sorunların çözüm sürecine girmesi için Türkiye’nin vazgeçilmezliğinin kabulü şarttır. Türkiye sadece eklemlenerek varlığını koruyamayacaktır. Diğer taraftan AB’nin saygı duyduğu bir politik konsepte de çoktan razıdır. Bu politik durumun açmazını bu nedenle AB’nin Türkiye politikasının ayrımcı ve aşağılayıcı olması oluşturmaktadır. Türkiye açısından iki yol mümkündür; ya Türkiye’nin politik çıkarlarına ve farklılığına saygılı bir AB politikası oluşturulacaktır ya da AB Türkiye’de, verdikleriyle yetinen bir iktidar değişikliğini gerçekleştirecektir.

@bunyaminbezci