FETÖ’yü mayalayan vesayetin sonu

Av. Mustafa Akış / Cumhurbaşkanı Başdanışmanı
11.08.2018

FETÖ’nün doğuşu ve özellikle toplumsal anlamda taban bulmaya başlamasında, demokratikleşmemiş devlet aklının etkin rol oynadığını görürüz. Demokratik değerlerden uzak bu devlet aklı özellikle 90’lı yıllarda FETÖ’nün en önemli motivasyon kaynağı olmuştur. FETÖ’nün devlete sızmayı sistematik hale getirdiği bu yıllara dönüp tekrar tekrar bakmamız gerekiyor…


FETÖ’yü mayalayan vesayetin sonu

Bir ülkenin yaşı, tarihsel birikimi, kuruluş felsefesi ve onu tanımlayan kavramların hepsi o ülkenin meseleleri ele alışında ve politika üretişinde kendini gösterir. Bu yüzden, uzun vadede geçerli ve toplum tarafından benimsenmiş bir sistem ve değerler dizisi inşa ederken “özgünlük” temel alınacak en önemli unsurdur. Zira kendi sorunlarına diğer medeniyetlerin sorunları üzerine üretilen formüllerle çözüm arayan ülkeler, onların geçtiği süreçleri kutsayıp, hedeflerine de onların çoktan geçmiş olduğu merhaleleri ve sonuçları koyar. Böyle yaparak da uzun vadeli bir geri kalmışlığı, yine onların lehine teminat altına almış olur.

Bu bağlamda, ülkemizde daha önce iki kritik hata yapılmıştır; birincisi geçmiş birikimimiz kompleksli bir tutumla reddedilmiş, ikincisi ise geçmişten gelen iktisadi, siyasi ve sosyolojik birikim ve tecrübelerden bağımsız, copy- paste bir sistem ve hukuk düzeni inşaa edilmeye çalışılmıştır. Haliyle ortaya konulan sistem sürdürülebilir, yıkılması zor, uzun vadeli siyasal teamüller ortaya koyamamıştır. Vizyon ve tecrübe geçmişimizi yok saydığımızdan, hafızası tarihsel süreklilik açısından akamete uğramış her toplum gibi, arızi durumları deneme-yanılma yöntemiyle çözmek mecburiyetinde kaldık.

94 devresi ve sonrası

FETÖ meselesi de bu arızi durumların en önemli ve tehlikeli olanlarındandır şüphesiz. Hafızasızlığımızın ve 16 Nisan’a kadar süregelen sistemsizliğimizin bize ödettiği büyük bedellerden birisidir aynı zamanda. Bu yüzden FETÖ meselesini ele alırken tarihsel bir akılla ve bu aklın bize yüklediği ilkeler doğrultusunda hareket etmek mecburiyetindeyiz. Zira mesele günlük siyasi kaygılarla hamasete kurban edilemeyecek kadar ağır ve sebepleri yazının girişinde çizilen perspektifte olduğu üzre oldukça derinde yatmaktadır. FETÖ’nün doğuşu ve özellikle toplumsal anlamda taban bulmaya başlamasında, demokratikleşmemiş devlet aklının etkin rol oynadığını görürüz. Demokratik değerlerden uzak bu devlet aklı özellikle 90’lı yıllarda FETÖ’nün en önemli motivasyon kaynağı olmuştur. FETÖ’nün devlete sızmayı sistematik hale getirdiği bu yıllara ve bu yıllarda yaşananlara dönüp tekrar tekrar bakmamız gerekiyor;

1991 yılında yapılan seçimlerde sekiz yıl süren tek parti hükümeti sona ermiş ve 2002 yılına kadar sürecek istikrarsızlık dönemi başlamıştı. Artık; Türkiye “kahrolsun şeriat” sloganlarının atıldığı Uğur Mumcu’nun cenazesinden; yüzbinlerce insanın tekbir getirerek uğurladığı Turgut Özal’ın cenaze törenine; yani oradan oraya savrulma dönemine geçmişti. Mumcu ve Özal gibi sevilen iki ismin karanlık odakların üzerine giden cesur adamlar olduğunu idrak edecek zemin ortadan kaldırılmıştı. Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Çetin Emeç’in öldürülmesi, Eşref Bitlis’in şüpheli ölümü, 33 erimizin şehit edilmesi, Sivas olayları, Başbağlar katliamı, Civangate skandalı, Gazi mahallesi olayları, Nesim Malki cinayeti gibi bugün bile nedenini, nasılını kavrayamadığımız karmaşık bir dizi olaylar zinciri içerisinde Türkiye 1995 seçimlerine doğru hızla yol aldı. Türkiye’deki parçalı siyasi yapısının devam edeceği önceden belli olan 1995 yılı seçimlerinden galip çıkan Refah Partisi, seçimlerden hemen sonra ana akım medya tarafından “rejim sorunu” olarak takdim edilmişti. Refah Partisi’nin sandıktan birinci parti çıkmasının ardından -1980 darbecilerinin milli güvenlik anlayışına göre- ülke için önemli bir tehdit olarak görülen “irtica” sandıkta da hortlamış ve siyasi literatüre “post modern darbe” kavramını kazandıracak, 28 Şubat sürecinin işaret fişeği atılmış oldu. 1995 seçimlerden hemen önce gazete temsilcilerine brifing veren Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak; “TSK aşırı uçlardan sızmalara karşı gösterdiği hassasiyeti sürdürecek, çağdaş olmayan siyasi ve dini bir ideolojiyi benimseyen kılık ve kıyafet orduya girmeyecek.” demişti. Devrin kudretli generali Erol Özkasnak bu sözleri sarf ettiği esnada; TSK’ya sızan Fetullahçıların ‘altın nesli’ olarak ifade edilen “94 Devresi” okullarını bitirmiş, kıtalarına katılarak teğmen rütbesiyle görevlerine çoktan başlamışlardı bile. Yıllar sonra FETÖ’nün darbe girişiminde en önde yer alacak ‘94 Devresi’nin, 1986 yılında FETÖ’cü olduklarını tespit eden ve çoğunluğunu yoğun bir Atatürkçülük ve Laiklik dersiyle yeniden kazanabileceğini düşünen TSK’nın “şeriata dayalı bir İslam devleti kurulması” tehlikesi karşısında FETÖ’cülere ayıracak zamanı yoktu.

İşte bu yüzden devletin çok önemli kurumlarında seküler yaşam tarzını dayatan, katı ideolojik kriterlerle toplumun büyük kesiminden kendini izole eden ve İslami değerlere var gücüyle saldıran vesayet odaklarına karşı FETÖ gibi yapılar, toplumdan adam devşirirken hiç zorlanmadılar. FETÖ 28 Şubat sonrası oluşan ortamı fırsat bilerek, tabanını çok süratli bir biçimde genişletti. İşin özüne bakıldığında FETÖ’ye tepkili olan Müslüman halkın, 28 Şubat sonrası oluşturulan baskıların bir sonucu olarak, FETÖ ile teması, kaynaşması ve desteği arttı. İronik bir şekilde 28 Şubat, İmam- Hatip okullarını kapatırken; FETÖ okullarına selam durdu. İmam-Hatip’lerde okuyan zeki ve parlak öğrenciler, okulları kapatıldığı için FETÖ’nün okullarına kaydolmak zorunda kaldı. Devlet mekanizmalarında adil bir şekilde yükselme şansının, şeffaf ve demokratik ilkelere dayalı olmaması, FETÖ’nün dini istismar eden her türlü davranış biçiminin büyük ölçüde bahanesini oluşturdu. Bu şekilde; namaz kılan ve alkol kullanmayan mensubunu laiklik adı altında orduda ve yargıda pasifize eden, bazen de uzaklaştıran vesayetçi aklın temsilcileri, FETÖ gibi yapıların filizlendiği zemini en olmadık biçimde sağlamış oldu.

Tedbiri ve sızmayı temel ilkesi kabul etmiş, bir musibet hali dışında asıl amaç ve gayelerini çok zor anlayacağınız bu yapı, görünürde gayet “legal” yollarla ilerlemesini sağlamış oldu. 16 Nisan’a kadar olan süreçte, kritik öneme sahip bürokratik yapıların şekillenmesinde sivil siyasetin belirleyici olmaması- olamaması ve bu durumun uzun vadeli kadrolaşma hareketlerinin önünü açması, FETÖ yapılanmasının ilerleyişini kolaylaştıran bir diğer unsur olarak karşımıza çıktı. Bu iki kirli yapının (FETÖ ve vesayet odakları) arasında kalan sivil siyaset ise uzun süre sistemden kaynaklı olarak edilgen bir pozisyonda kalmış oldu. Düşünün ki; bir tarafta toplumdan gelen taleplerin siyasi akılla ideal bir politikaya dönüştürülme hedefi, diğer tarafta bunu gerçekleştireceğiniz araç ve kurumların o günkü Türkiye’yi taşımayan sınırlı hareket kabiliyeti ve mücadele içinde olduğunuz kurucu statüko var. Bu araç ve kurumları kullanarak ülkeyi siyasi, iktisadi ve sosyal anlamda kalkındırmak, engellere rağmen belli bir demokratik standarda yükseltmek, diğer yandan da vesayetin odağı haline gelmiş araç ve kurumları dönüştürmek zorundasınız. İşin medya, üniversite, yargı, asker, sivil toplum vb. boyutları ve buralarda da ayrı ayrı yerleşik düzenler var. Vesayet sistemi bunların siyaseti işlemez hale getirmesine elverişli şekilde kurgulanmış. Bütün bu önceden kurgusu yapılmış ilişkiler ağı içinde, toplumun demokratik desteğini alarak, varlığınızı sürdürmek durumundasınız. Yöneten olmanın üzerinize yüklediği sorumluluk nedeniyle bahanelere sığınmadan, yine yöneten olmanın doğal yıpranmışlığına rağmen bunu başarmak zorundasınız. Bu kolay iş değil. 

Duygudaşlık mekanizması

Nihayet son 15 yılda ülkemiz, karizmatik bir liderin milletle uyumundan doğan avantajla bu karmaşık ve kaotik ilişkiler ağından, güçlü şekilde çıkabildi. Cumhurbaşkanımız açık yüreklilik ile özeleştirisini yaptığı gibi; elbette FETÖ yapılanmasının bugüne gelmesinde sivil siyasetin de sorumluluğu vardır. Bugün bu kirli yapının yol açtığı badirelerden sonra, toplum hala Cumhurbaşkanımızın arkasında duruyorsa, onun içinde bulunduğu şartları kendisiyle bağdaştırarak yorumlayıp onu anlayabilmesindendir. Recep Tayyip Erdoğan ve toplum arasında istisnai olarak nitelendirilebilecek bir empati/ duygudaşlık mekanizması aşikar şekilde görülmektedir. Bahsettiğimiz bu mekanizma etkin olarak işlemeseydi, ne 15 Temmuz’da yapılan darbe girişiminin püskürtülmesi ne de bu darbenin en başat aktörlerinden FETÖ yapılanması etkisiz hale getirilebilirdi.

Zira bu terör yapılanması, son 10 yılda, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, bazıları haklı bazıları haksız tasfiye ettiği tüm kişi ve grupları, 17- 25 Aralık sürecinden sonra, Tayyip Erdoğan’a karşı arkalarında konuşlandırmayı başarmışlardır. 17- 25 Aralık sürecinde başlayarak, iktidara yönelik düşmanca tutumlarının sözcülüğünü CHP’ye yaptırmayı başardılar. Bugün TV’ye, Samanyolu TV’ye çıkmayan Gezici, Kemalist, özgürlükçü solcu, Marksist ve CHP Yöneticisi kalmadı desek abartmış olmayız. Hatırlanacağı üzere, Cumhuriyet Gazetesi bu hain yapının savcılarıyla düzenli röportajlar yapmış ve bunu çoğu kez manşetten vermiştir. Bu yapının mağduru olan Baykal’ın FETÖ’ye toz kondurmaması, Kılıçdaroğlu’nun çok kısa süre içinde Yenikapı ruhundan ayrılıp, kendisine koltuğu hediye eden  aklın ayarlarına dönmesi ve 15 Temmuz’u tıpkı FETÖ gibi “kontrollü darbe” olarak nitelendirmesi işin ciddiyetini ve boyutunu fazlasıyla ortaya koymaktadır.

Şeffaf ve demokratik 

Milletimiz 16 Nisan referandumuyla ve devamında 24 Haziran seçimiyle, bahsettiğimiz sorunları besleyerek kronik hale getiren vesayet etkisindeki yönetim anlayışına son vermiştir. FETÖ gibi yapılanmaları doğuran geniş vesayet alanı ortadan kalkmış ve siyasetin önü açılmıştır. Bu Türkiye için tarihi bir fırsattır. Bir diğer fırsat da bu değişimin büyük bir liderle yapılıyor olmasıdır. Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’deki vesayet odaklarıyla, milletten aldığı güçlü destekle çarpışarak yeni bir sistem inşaasının öncülüğünü yapmıştır. Bu durum, yeni sistemin devlet mekanizmalarında şeffaf ve demokratik bir kurumsallaşmanın tesisi, siyaseten özgün teamüllerle altının doldurulması ve topluma tam manasıyla mal edilmesi açısından önemli bir fırsattır. Bulunduğumuz coğrafya, geldiğimiz medeniyetin ortaya koyduğu iddialar ve son 15 yılda uluslararası arenada sahip olduğumuz stratejik gücün getirdiği yükümlülükler bize artık hata yapma fırsatı vermiyor. Tek ilkenin devlete sadakat olduğu, millilik ve yerlilik kavramlarının daha çok benimsendiği ve kişinin dininden, mezhebinden, yaşam tarzından ve cemaatinden bağımsız olarak ehliyetine ve liyakatine  göre görev aldığı bir yeniden yapılanma süreciyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi daha da anlamlı hale geliyor.

@mustafaakis