İslam’da ulema ve ilahiyatçılarımız

Prof. Dr. İlhami Güler/Ankara Ünv. İlahiyat Fak.
19.04.2014

Kutlu Doğum Haftası’nın bu seneki konusu “dinde samimiyet” olarak belirlenmiş. Gönül arzu ediyor ki, ulemadan, ilahiyatçılarımızdan ve Diyanet’ten konu ile ilgili sözler manşetlere çekilsin. Cemaatin bu konudaki pozisyonunu ve hatalarını bilgiye dayalı olarak ikna edici bir şekilde onlardan dinleyelim.


İslam’da ulema ve ilahiyatçılarımız

Açık Görüşte yayınlanan ve Hükümet ile Cemaat arasındaki siyasi kavgayı değerlendiren yazımın bir paragrafı da ‘Ulema’nın ve pratik bağlamda ise İlahiyatçı akademisyenlerin “olması gereken” ve “olan” rolü ve yeri hakkında idi. Sevgili dostum ve meslektaşım -aynı zamanda “Tarihselci” ekoldaşım- Mustafa Öztürk’ten bu paragrafa eleştiri geldi.  Sayın Öztürk yüz on imzalı, hükumeti destekleyen bildiride imzası olanlardan biri olarak benim imzacıları siyasi “taraf” olmakla eleştirmemi hazmedememiş. Kendinin de bahsetmiş olduğu gibi, bildirideki “otoriteye itaat” vurgusu, epeyce eleştiri aldı. Gerçekleşmesi tarihsel olarak son derece nadir de olsa; şeriatın-dinin bekçileri olan ulemanın başı siyasi otoritenin eteklerine değil göğe değmesi gerekir. Bu bildirinin dili, ulemanın işte bu varsayılan ideal konumuna, saygınlığına gölge düşürdüğü kaygısı ile haklı olarak eleştirinin konusu oldu. Din, bilim ve hukuk kurumları, siyasi iktidarların “tuzluk”ları değil; toplumun tuzu ve sigortası olmaları hasebi ile saygınlıklarını koruyabilmeleri için bunların devlet içindeki konumları siyasi iradeden “özerk” olmak durumundadır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi (chek and balans), demokrasilerin vazgeçilmez altyapısıdır. Arkadaşım Öztürk’ün itirazlarından kalkarak bu mevzuyu biraz daha derinleştirmek istiyorum.

Öztürk, yazının girişinde bu ‘itaat’ vurgusunu dış ve iç bağlamlar ile tavzihe çalışmıştır. İlahiyatçı akademisyenlerin bildiri ile hükumet politikasına siyasi destek vermelerine gelince, öncelikle şunu belirtelim ki, siyasi “tutum” almakla, siyasal ‘taraf’ olmak birbirinden ayrı şeylerdir. Siyasal bir ‘gramer’inizin olması ile siyasal bir ‘şive’ ile konuşmanız birbirinden ayrı şeylerdir. Saygın ulemanın tarihteki misyonu, Yahudive Hıristiyanlıktaki din adamlarından farklı olarak, ilmi olmakla birlikte halifelerin, sultanların, şahların ve padişahların üzerinde etkin olmalarıdır. Ancak, İslam tarihinde “ulema-i rüsum: resmi ulema” olarak nitelenen alimlerin konumu böyle değildir. Onun için Emeviler-Abbasiler karşısında Ebu Hanife ile öğrencisi Ebu Yusuf, Moğollar karşısında da İbni Teymiye ile Mevlana aynı konumda değildirler. Siyasi iradeye karşı dik duran ulemanın akıbetinin iyi olmadığını hepimiz biliriz. Ulemanın siyasetle ilişkisi bağlamında gerektiğinde “gündüz silahlı, gece külahlı” olmak gerektiğini bilenlerdeniz. Bu misyon, Maverdi’nin peygamberleri nitelemek için kullandığı “Âşû meliken ve mâtû meliken: Kral olarak yaşadılar, kral olarak öldüler” misyonundan gelir. Muhtemelen, Fethullah Gülen’i de, kendince masum-sivil bir “Hoca efendi-vaiz” olmasına rağmen, Humeyni’yi taklit ederek siyasi bir ütopya kurmaya ve onun Türkiye ayağını çok “ilkel” bir şekilde gerçekleştirmeye iten saik de budur.

Ulema taraf olmak zorunda mı?

İslam söz konusu olunca “siyasi” olmak sorun değil; zırhlı peygamberimiz başta olmakla hepimiz siyasiyiz. Ama, ironik bir şekilde belki de esas sorun, İslam toplumlarının İslam’ın önerdiği siyasi ahlak ilkelerine göre “siyasi” olmayı başaramamalarıdır. Kökeni teolojik olan bir siyasi kavgada “akademisyen ilahiyatçılar”, savaşa mermi (fetva?) taşıyabilirler; ama “ulema” bunumu yapmalı mı? Eğer böyle yaparsa, tarihteki ve hal-i hazırda İslam dünyasındaki “Şii-Sünni” mezhep kavgasına ve bunun “iç savaşa” dönüşmesine silah taşımaktan ne farkı vardır? Bu teolojik bölünme ülkemizde tarihsel koşulların sonucu “Alevi-Sünni” şeklindedir. Cumhuriyet döneminde zaman zaman da sıcak çatışmaya dönüşmüştür (Sivas olayı, Çorum-Maraş olayları). Buna  bir de “Cemaat-AKP” şeklinde yeni bir teolojik fay hattı mı ekleyelim? İki politik tutumun/gurubun yürüttüğü kavgada “taraf” olmak, “politik” bir pozisyondur. Bu tip kavgalarda Anayasa Mahkemesi’nin alacağı gibi “hukuki” pozisyonlar da vardır. Ulemanın veya Diyanetin alacağı pozisyon veya olacağı “taraf” real politik değil; hakemlik gibi “ahlaki-vicdani” olmalıdır. Cephenin gerisinde de “siyasi” veya ahlaki vazifeler veya görevler vardır. Her türlü büyük ve hayırlı eylemselliği, siyasete indirgemek bizim gibi az gelişmiş toplumların vehmidir. Hukuki-ahlaki-dini-bilimsel-sanatsal... aktivitelerin siyasi aktiviteden daha az değerli olduğunu kim söylüyor? Alimliği hak etmiş birisi, bireysel olarak teolojik açıdan kavganın analizini yapabilir, doğru-yanlış ve haklı-haksız hükümleri verilebilir. Ancak ulema bu savaşa fiili olarak “din dili” ile, bildiriler ile girerse, sonuç, İslam’ın daha doğduğundan bir saat sonra yaşadığı ve Avrupa’nın da Ortaçağ’da yaşandığı gibi “din savaşları”dır. Bizim klasik ulemamız, peygamber sonrası sahabenin tarafları olduğu iç savaşı, “büyük fitne”yi değerlendirirken: “Onların (sahabilerin) kılıçlarını boyadıkları kana biz dillerimizi sokmayalım” diyerek büyük bir olgunluk göstermiş ve bu trajik savaşı Şia’nın sürdürdüğü gibi intikamcı, ithamcı, tekfir edici, dogmatik bir fanatizm ile sürdürmekten kaçınmışlardır.

Bu kavgada cemaat hükumeti “hırsız”, hükumet de cemaati “hain” olarak suçlamaktadır. Bu suçlamalar, ispatı gerektiren ağır suçlamalardır. Cemaatin iddialarına mesnet teşkil eden “tape”leri elde ediş yöntemlerinin illegalliği ve “montaj-dublaj” içermelerinden dolayı, kamuoyu tarafından inandırıcı bulunmadığı, seçim sonuçları ile ortaya çıkmış durumda. Yolsuzluk dosyalarının hukuki takibi henüz devam ediyor. 30 Mart seçimlerine kadar da Sayın Başbakan’ın dışında cemaate “hain” suçlamasını kimse yapamadı. Hal-i hazırda da cemaatin -hükümete değil; devlete-millete-İslam’a- hıyanetini ispatlayan bir soruşturma ve mahkumiyet kararı yoktur. Hasılı, tarafların her ikisi de “dindarlık” iddiası ile kendilerini İslam’a nispet etmeleri hasebi ile, bu ithamlardan etkilenecek yeni kuşakların inanç kaybına uğramalarından korkulur. Yarın bir gencin çıkıp: “Ben ateistim; ama sizin birbirinizi itham ettiğiniz gibi, “hırsız” ve “hain” değilim” dese, ne diyeceğiz?

Mümin olduklarını iddia eden bir gurup vatandaşın kendi çıkarları lehine dine, devlete ve millete taammüden, açık ve aleni ihaneti (bunların zararına olacak şekilde kandırmaları) etmeleri ayrı bir şeydir; önceden işbirliği yaptıkları hükumete kumpas kurmaları, ihanet etmeleri ayrı bir şeydir. Hükumeti din, devlet ve millet ile özdeş görmedikçe bunu inkar etmek mümkün değildir. Benim kanaatim Cemaat İslam’a, Türkiye’ye ve Millete taammüden ve doğrudan ihanet içinde değildir; yani niyetleri açıkça böyle değildir. Kanaat-i âcizaneme göre Cemaat, gaflet ve dalalet içindedir. Gaflet ve dalaletin sonuçları ihanet ile aynı olabilir; o başka bir şeydir. Nitekim, Mustafa Kemal de “Gençliğe Hitabe”sinde : “...  bu yöneticiler, gaflet, dalalet, hatta hıyanet içinde bulunabilirler.”  Derken hıyaneti gaflet ve dalaletten ayırır. Bu gaflet ve dalaletin teolojik ve epistemolojik kaynaklarını da yazımda belirttim. Hz. Ali, Haricileri asla “ihanet” ile suçlamadı; onları cehalet, gaflet ve dalalet ile suçladı. Ama Muaviyeyi, -Araplara değil- İslam’a karşı ve kendine karşı “hıyanet” ile suçladı.

Bildiriyi eleştirmenin, “kızgınlık ve kırgınlık”tan kaynaklandığı psikanalizine gelince, ötekileri bilmem, ama kendi adıma şunları söyleyebilirim: Ben, Türkiye, İslam dünyası ve İnsanlık karşısında sorumluluk taşıyan bir mümin olarak, eleştirilerimi kırgınlık veya kızgınlık saikleri ile yapmadım; yapmam. İktidarlar genel olarak sevmese de ben, eleştirilerimi iktidara “yaranmak” için değil “yardımcı” olmak için yaptım; yaparım. Daha önce 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, İkibinli yılların başından itibaren de iktidar karşısında da Sayın Başbakan’ın repliği ile “dik durdum”. Ak Parti iktidarını hem siyasi ve fikri olarak destekledim, hem de eleştirdim. Bir kısmı “Açık Görüş”ün sayfalarında olmak üzere gazetelerde, dergilerde ve internet ortamında iki kitap çıkaracak kadar yazı yazdım (Bkz. Direniş Teolojisi. Ank. 2011. Real Politik ve Muhafazakarlık Karşıtı Yazılar. Ank. 2012). Örneğin: “Oneminut” olayının akşamında monşerler ve vesayetçi medya silahşorları tv’lere koşup felaket tellallığı yaptıklarında ben “Davos Krizi ve ABD-İsrail Kullarının Korkusu”. (Direniş Teolojisi kitabının içinde) yazısını yazdım. Karizmatik liderler kültünün doğurabileceği tehlikelere değinen yazımı da ( Bkz. Real Politik ve Muhafazakarlık Karşıtı yazılar. 59 vd.) o yıllarda (2008-9) yazdım. Cemaat-Ak Parti ilişkileri kuzu sarması iken ve muhafazakar aydınlarımız, AK Partili gazeteciler, Cemaat hakkında güzellemeler döktürürken Pensilvanya’ya umreler düzenlerken ben, “Ve’l Cemaatten The Cemaate” başlıklı yazımı yazdım. Kendimi cemaatten gelecek muhtemel saldırıya karşı korumak için de yazının başlığı altına “Söylenmekten doğan zarar, söylenmemekten doğan zarardan daha azdır.” özdeyişini koydum. Bu özdeyişi daha önce ordunun vesayetine karşı 90’ların sonlarından itibaren yazdığım yazıların girişinde kullanıyordum. Bu yazıda Cemaatin Ahlakını, epistemolojisini, teolojisini, politik iktisadını, teolojisini sorgulamıştım (Bkz. Real Politik Ve Muhafazakarlık Karşıtı yazılar, s.33vd.). Aynı tarihlerde kurucularından olduğum HAS Partisi’nin genel idare kurulunda partinin Cemaate karşı politik tutumunu netleştirmesi gerektiğini savunduğum da, daha sonraları Ak Parti’ye katılan bazı arkadaşlar, bana demediklerini bırakmamıştı. Demem o ki, her zaman iktidarlara mesafeli durarak eleştiri yapmak, Sayın Başbakan’a yaslanarak cemaat eleştirisi yapmaktan daha mı kolaydır? 

‘İnsan dinin yarısıdır’

Öztürk’ün 17 Aralık sürecinde ilahiyatçı akademisyenlerin tepkisizliği ile ilgili analizine gelince, “insaf dinin yarısıdır” deyip, M. Gökçek’in itiraf ettiği gibi, önce hükumet üyeleri, milletvekilleri, bakan ve bürokratların kahir ekseriyetinin manidar suskunluklarını sorgulamak gerekir. 17 Aralık’tan 30 Mart’a kadar Cemaat aleyhindeki kampanyayı Sayın Başbakan’dan başka kim götürdü? Sayın Öztürk’ün bu kampanya esnasındaki katkısını ve ta başından beri Başbakan’a teolojik-lojistik destek vermesini ayrı analım. Türkiye’de İlahiyat’ın meşruiyet sorunu bir problemdir. Çünkü dinin rejim içindeki yeri sorunludur. Diyanetin yeri sorunludur. Ak Parti hükümeti, -ABD ve The Cemaatin lojistik destekleri ile- Türkiye’deki askeri vesayeti ortadan kaldırdı. Hayırlı bir iş yapmış oldular. Siyaset, gerçek aktör olmaya başladı. Bu kavgayı fırsat bilip, gelin oturup adam gibi “Din-siyaset ilişkisini”  ve “laiklik” mevzusunu kendi maslahatımız açısından yeniden konuşalım. Bir örnek vereyim. “Kutlu doğum” haftasının bu seneki konusu çok isabetli olarak “Dinde samimiyet” olarak belirlenmiş. Gönül arzu ediyor ki, ulemadan, ilahiyatçılarımızdan ve Diyanet İşleri Başkanımızdan konu ile ilgili sözler manşetlere çekilsin, onları duyalım. Cemaatin bu konudaki pozisyonunu ve hatalarını bilgiye dayalı olarak ikna edici bir şekilde onlardan dinleyelim. Oysa biz Sayın Başbakan’ın cemaate sürdürdüğü “siyasi” salvoları işitiyoruz. Manşetlerde onları okuyoruz. Teveccühler, iltifatlar hep Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Başbakanlarımıza, Bakanlarımıza yöneliyor. Tersi olması gerekmez mi? Hani İslam için “A’la, la yu’la: En yüce, yücelikte aşılmayan” ifadesini kullanıyorduk? Diyanet, siyasi iradeden bağımsız (özerk) olsaydı, böyle mi olacaktı? Gelin bunu düşünelim-tartışalım.

[email protected]