Katalonya krizinden Avrupa’nın krizine bakmak

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney / Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi İİSBF Dekanı Bilgesam Bşk. Yrd.
4.11.2017

Avrupa solunun da sağının da söz konusu Avrupa-Atlantik dünyası dışındakilerin parçalanması ya da mikro-milliyetçi talepleri olduğunda konuya daha anlayışlı yaklaştığı bir gerçek. Ancak AB ve AB’nin merkezi konumundaki ülkeler; hayali, püriten, küçük, mini-minacık yeni ulus ve devletler inşa edilmesi fikrinin, Katalonya krizi ile Avrupa’ya sıçrayabileceğini gördüler.


Katalonya krizinden  Avrupa’nın krizine bakmak

1909’da dünyanın ahvaline bakıp Büyük Yanılgı (The Great Illusion) kitabını kaleme alan Norman Angell, yeni bir iktisadi gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyor ve milliyetçi ideolojilerle kurgulanan sınırların iktisadi entegrasyon ve sınır ötesi hareketler karşısında dayanamayacağını vurguluyordu. Angell haklıydı haksızdı, bu tartışılır çünkü liberal ütop-yacılık ve sınır aşan entegrasyon fikirleri üzerine inşa edilen Avrupa bugün pek huzursuz, pek rahatsız görünüyor. Şu bir gerçek ki, yaklaşık bir asrı aşan zamandan sonra tek bütünleşmiş Avrupa projesi ve Avrupalılık fikri ayrılıkçı mikro-milliyetçi hareketlerle entegrasyonun getirdiği ağırlık arasında sıkışmış durumda. Bu gerçeği gören ve geçen aylarda Avrupa entegrasyonuna yeni bir soluk vermek isteyen Macron, AB’nin hiç bu kadar kırılgan bir dönemden geçmediğini söyleyiverdi. Zaten uzun bir süredir hangi gazeteyi, dergiyi elimize alsak, Avrupa’da yeni parçalanma nerede olur, hangi ülke ayrılıkçı bir talep (referandum olur, bağımsızlık ilanı olur) ile burun buruna kalacak listesi ile karşılaşıyoruz. İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın Londra ile kurduğu travmatik ilişki filmlere bile konu olmuştu ama şimdi İtalya’daki kuzey-güney ayrımının gerçek bir ayrışmaya doğru gitmesi, zaten aynı dili konuşmayan Volanlarla Flamanların Belçika’yı bölmesi, Korsika’nın Fransa’dan, Bavyera’nın Almanya’dan ayrılması filan bekleniyor. Denilebilir ki, Avrupa entegrasyonu bütün bu ayrımların üstünde, bu ayrışmalara karşı da bir panzehirdi. Ancak AB’nin merkez ülkelerinin dışında kalanlar için Avru-pa entegrasyonunun canlandırılması demek, ana-babası Almanya-Fransa olacak bir projenin parçası olarak sürekli azar-lanmak da demek. Yunanistan’ın başına gelenler dillere destan. Kısaca Fransız-Alman ortaklığının (-ki para politikaları açısından ucu açık bir ortaklıktan bahsediyoruz) gözünde Avrupa’nın bir kısmı yeterince zengin değil, yeterince güçlü değil, yeterince Avrupalı değil. Nitekim “Avrupalılık” söylemi canına muhtemelen “tak” eden Avrupa ailesinin özel çocu-ğu, güçlü, Amerikancı/Atlantikçi, Akdeniz’in hem batısında hem doğusunda gemilerini ve radarlarını dolaştırmaya merak-lı İngiltere b(i)rexit yapıp Birlik’ten ayrıldı. Bugün “bregret” diye bir kavram çıktığını da duyuyoruz, yani İngiltere Brexit kararından dolayı pişman olmuş deniyor; bu doğru olsa bile, bu pişmanlığın bir sebebi de Almanya ve Fransa’nın İngiltere Avrupa yuvasına dönsün diye yalvarmamalarından kaynaklanıyor. Doğal olarak Avrupa haritası, bugün olmasa bile gele-cekte, Birliğin Birlik olduğu günlerden öncesine dönülebilir sinyalleri veriyor. Üstelik son yıllarda Avrupalı devletlerde gerçekleşen seçim haberlerine, dolayısıyla yükselen aşırı sağ/popülist ırkçı partiler gerçeğine ve popülizm üzerinden ger-çekleşen koalisyon pazarlıklarına aşina olan bizler için Avrupa, “hayali Avrupalılık” ve “hayali ötekiler” arasında her gün yapılan yeni bir tanımlamayla, bir eylemle, parlamentolardan geçen bir kararla bölü-nüp duruyor. Kısaca, 1990’larda büyük heyecan yaratan ortak Avrupa evi hayalinden çok uzaktayız. Bu hayale hala inanan var mı diye düşünürken, birden Katalanlar, kimliklerini tanımlarken Avrupalılığı da önemli bir referans noktası olarak alan Katalanlar, Avrupa evinin yeni bağımsız üyesi olmak üzere harekete geçtiler.

Özerklik neden yetmedi?

1 Ekim referandumu ve takip eden bağımsızlık kararı Katalan milliyetçiliğinin tarihsel referansları ile elbette açıklanabilir. Bu referanslardan ilk hat Aragon Prensliğinin bir parçası olan Katalonya’nın Burbon Hanedanlığına ve İspanya Krallığının merkezileştirme çabalarına direndiği 18.yy’a kadar geri gidiyor. Bu tarihten günümüze, dil, kültür ve kimliklerinin farklılığı üzerinden siyasi haklar da talep eden (özerklikten ayrılmaya kadar) Katalan milliyetçi hareketi 1936-1978 arasında Fran-co ve Franco milliyetçiliğinin İspanya’daki merkezileştirici politikalarına karşı çıkmayı şiar ediniyor. Dolayısıyla 1978’deki demokratikleşme hareketi ile birlikte yeni anayasanın Katolonya dahil İspanya’da farklı bölgelere tanıdığı özerklik kimse-yi şaşırtmıyor. Ama işin kültürel, dilsel, kimliksel hikayesi kadar ekonomik bir hikayesi de var, ve bu hikaye Katalonya’nın iktisadi anlamda modernleşen İspanya’daki ilk bölgelerden biri olmasına, modern bir orta sınıf barındırmasına ve İspan-ya’nın zenginliğine katkı sağlayan en önemli noktalardan biri olmasına dayanıyor. Ki Katalonya milliyetçiliğinin 2006-2010 dönemindeki tartışmalardan sonra mali politikalarda ve vergilendirmede özerklik talebi ile ortaya çıkması tesadüf değil. Zaten 2010 sonrasında Rajoy’a muhalif yeni bir Katalan milliyet-çiliği yükseliyor ve bu yeni düşünce, “kemer-sıkma politikasından işsizliğe” Madrid’in iktisadi politikalarını eleştirmeyi bir öncelliği haline getiriyor.

Bağımsızlık yanlısı Katalanlar, iktisadi temelli yozlaşmaya, işsizliğe ve kemer sıkmaya Avrupalılık çerçevesinde karşı çıkıp, “saf bir Avrupa ulusu inşa etme” derdine düşmüşken, yanıldıkları iki husus oldu. Ve bu iki husus hem referandum hem de Bağımsızlık kararı sonrası İspanya’nın kararlı bir sertlikle bu kararları almış Katalan parlamentosunun üzerine çökme-sine ön açtı. İlk yanılgı, kemer sıkma vb. politikaların sadece Madrid’in politikası olduğunun düşünülmesinden kaynaklanıyor. Katalan eliti ile Madrid eliti arasında elitler arası işbirliğine dayalı geleneksel düzeni bir tarafa bıraksak da, AB’nin son yıllardaki ekonomi-politiğinin kemer-sıkma uygulamalarından muaf olduğunu söylemek safdillilik olur. Bu politikalar ve sonucunda 2008 sonrası zengin ve fakir arasında uçurumun açılması, işsizliğin artması vb gelişmeler AB ülkelerinde yük-selen, yabancı düşmanı, kimi zaman AB karşıtı, aşırı sağın sebeplerinden biri olarak da biliniyor. Yükselen aşırı sağ soru-nunu merkezin aşırılaşması ile çözmeye çalışan günümüz Avrupa politikası konu ayrılıkçılığa geldiğinde kırmızı çizgisini çiziverdi. Nitekim, bağımsızlık sonrası AB’ye üye olmak isteyen Katalan elitine AB liderleri, otomatik bir katılımın söz konusu olmadığını, katılımın tüm üyelerin (İspanya dahil) referandumlarına bağlı olduğunu hatırlattılar.

AB tehlikenin farkında

Kapılar Katalan ayrılıkçıların suratına çarpılmadıysa da kibarca kapandı. Avrupa değerleri, demokrasi, self-determinasyon ilkesine saygı, özerklik sınırlarının genişletilmesi vb husus-lar Üçüncü Dünya’da söz konusu olunca entelektüel bir şevkle karşılanırken, Avrupa, konu Avrupa olduğunda İspanyol yöneticilerin altını çizdiği gibi hukukun üstünlüğü ilkesini ve Kata-lonya’nın tek taraflı bağımsızlık ilanının 1978 Anayasa’sına aykırı olduğunu hatırladı. Kendini siyasi olarak Madrid aslanı ile Brüksel bürokrasisi arasında sıkıştıran Katalan ayrılıkçı liderleri için zor bir durum. Bir yandan halkı isyana teşvik etme suçlamaları yüzünden tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığın için Belçika’ya sığınacaksın, diğer yandan Birliğin Katalan referandumunda Madrid’in politikalarının yanında yer aldığını görmek zorunda kalacaksın. Katalan ayrılıkçı lider-lerinin Avrupa yanılgısının büyüklüğü ve bedeli kısa sürede anlaşıldı: Katalanlar önce referandum sonrası Barcelona so-kaklarındaki polis müdahalesini, Avrupa’nın ötekilerinde gerçekleşen müdahalelere benzettiler, sonra Franco dönemine geri dönüldüğünü (militer, faşist Franco İspanya’sı da tabi ki bir ötekiAvrupa idi) haykırdılar ama hatırlatalım: Efendiler burası Avrupa, İspanya, Barcelona.

Aslında AB’nin Avrupa içi ayrılıkçı hareketler karşısında tavrını Katalonya krizi ile beraber netleştirdiğini söyleyebiliriz, ki bu netlik Avrupa dışından bakan bizler için ikiyüzlü bir netlik olarak da görülebilir. Avrupa solunun da sağının da söz konu-su Avrupa-Atlantik dünyası dışındakilerin parçalanması ya da mikro-milliyetçi talepleri olduğunda daha anlayışlı yaklaştık-ları bir gerçek. Hatta çok-kültürlü demokrasi güzellemesinin -ki çok kültürlülük de demokrasi de güzel şeyler- konjonktür uygun olduğunda çeşitli gruplar, liderler, elitler için siyasi rant sağlamak adına kullanıldığı, büyük katılım oranları ve de-mografik adalet ilkeleri gözetilmeden oldu-bitti tarzı referandumların kotarıldığı biliniyor. Ancak AB ve AB’nin merkezi konumundaki ülkeler çağın bu modasının; memnuniyetsizliğin hayali, püriten, küçük, mini-minacık yeni ulus ve devletler inşa ederek giderilmesi fikrinin- Katalonya krizi ile Avrupa’ya sıçrayabileceğini gördüler. Oysa Avrupa’nın başında yete-rince bela vardı: Karadeniz’de homurdanıp duran Rusya, sarhoş bir dev gibi bir buraya bir oraya sallanan Pentagon idare-sindeki ABD, güçlendikçe AB’nin hakim gücü olmaya soyunan Almanya, ben de varım diyen Fransa, ayrılıp giden İngilte-re, tüm bu kargaşada nasıl gerçekleşeceği bilinmeyen dev birlik projeleri (Avrupa Ordusu, Enerji Birliği, Eurozonevb), patlamak üzere olan Güneybatı Avrupa, NATO ve Rusya arasında bölünmüş Visegrad ülkeleri, giderek artan yabancı düşmanlığı, Avrupa sınırlarının mültecilere karşı korunması için başlatılan bilimkurgu vari sınır güvenliği politikaları. Tüm bu listeye bir de mikro-devlet hayalleri ile ayrılan, ayrışan ve çatışan Avrupalı toplulukları eklersek zaten 2010 sonrası içi boşalmaya başlayan Avrupa entegrasyonunun altını iyice oymuş oluruz. AB bu tehlikenin ciddiyetinin farkında olduğu gibi, kapısına dayanan ayrılıkçı hareketlerle sınavını ustalıkla atlatamazsa Akdeniz’den Atlantik’e (Korsika, İngiltere, Ka-nada ekseninde) ayrılma taleplerinin, umutlarının ve hayallerinin bölgesel istikrarı bozabileceğinin de farkında. Bir risk daha var; Avrupalı devletin popülist milliyetçilikle ayrılıkçı memnuniyetsizlik arasında sıkışarak sertleşmesi, maazallah Franco-vari politikaların hortlaması.

1990’ların başında J. Mearsheimer Soğuk Savaş sonrası Avrupa için oldukça karamsar tahminlerde bulunuyordu; “back to the future” yani Avrupa’nın savaşlar ve revizyonist güçler Avrupası’na geri dönüşü. Doksanlarda Avrupa bu kehanet-ten kendisini kurtardı ama günümüzde Avrupa’da çıkan her krizde 1920,1930,1940’ların koşullarını hatırla-mak/hatırlatmak vaka-i adliye oldu. Katalan krizi ile beraber bu sefer de Franco’yu hatırlayıverdik. Avrupa’nın başında iyi hayaletler dolaşmıyor.

[email protected]